foto4.jpg
Biz Kimiz, Hakkımızda Fotoğraf, Fotoğrafçılık Dağcılık Doğa Yürüyüşleri, Trekking, Gezi Doğa, Çocuk ve Doğa, Ağaç Türleri, Böcekler ve Bitkiler Bisiklet, Parkurlar, Yazılar, Anılar Sponsorlar İletişim

Çocuğumla Doğadayız Çocuğumla Doğadayız

E-Posta:


   

Ana Sayfa > Trekking ve Gezi > Anılar



Akçakoca Gezisi

Fazlı Öztürk - AFSAD - 18-19 Temmuz 2009

akcakoca6.jpg

 

akcakoca1.jpg
akcakoca2.jpg
akcakoca3.jpg
akcakoca-5.jpg

ayca_ozer.jpg
cemre_ariyurek.jpg
mehmet_pinarevli.jpg
merve_sirin.jpg

murat_emin_basbug.jpg
tugba_yildiz.jpg

Bilinen ilk adı Diapolis olan, tarihsel süreçte Osmanlılar tarafından ele geçirildikten sonra  1934 yılına kadar Akçaşehir olarak anılan, 1934 yılından sonra Akçakoca adını alan  şehirdeyiz.

Bunaltan yaz sıcaklarına inat edercesine havanın bir açıp bir kapandığı, özellikle Karadeniz kıyılarında sellerin olduğu bir döneme denk geldi gezimiz.

Akçakoca Ankara’nın en yakın denize çıkış kapısı, genelde gece yolculuklarından sonra yorgun geçen çekim gezilerini düşündüğümüzde gece yola çıkmak yerine sabah erkenden yola çıkmanın hem geziye katılan arkadaşlar açısından daha az yorucu olacağı hem de gezinin daha verimli geçeceği konusunda hem fikir olunca Cumartesi sabahı Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü önünden hareketle yola çıktık.

18 Temmuz Cumartesi sabahı 07:00’da yola çıkarak dört saat kadar süren bir yolculuktan sonra Akçakoca’ya ulaştık ve mevsim şartlarında ekonomik olması nedeniyle tercih ettiğimiz Diapolis Apart Otele yerleştik. Gezi birimi sorumlusu Mebrur Hatunoğlu tarafından akşam yemeği ve ertesi gün yapacağımız kahvaltı için yine aynı işletmenin dört yıldızlı otelinde rezervasyonlarımız yaptırılmıştı.

Otele yerleştikten sonra Akçakoca’nın eski yerleşim yerlerinden biri olan Yukarı Mahalle’ye gitmeden önce karnımızı doyurmamız lazım, Akçakoca’ya giden birçok insanın yaptığı şeyi yapıp mancarlı pide ve melengücek tatlısının tadına bakıyoruz. Gruptakiler ama bu pidenin içindeki pazıymış çıkışına ben de ne sandınız, burası Karadeniz, her türlü yeşillik değerlendirilir burada diyerek takılıyorum. Bir şehre gidip de yöresel yemeklerini yemeden dönmek olur mu? Yemek yediğimiz işletmenin bol tatlı ikramından mutlu bir şekilde çekim yapacağımız Yukarı Mahalle’ye doğru yola çıkıyoruz. Yukarı Mahalleye giderken ve Rıfat Ilgaz’ın bir dönem öğretmenlik de yaptığı okulun yanından geçerken Hababam Sınıfı’nın film müziği kulaklarımda yankılanıyor.

Yukarı Mahallenin Akçakoca’nın ayakta kalan en eski yerleşim yeri olduğu söylenebilir. Mahalle muhtarı Mustafa Beyin anlattığı kadarıyla Yukarı Mahalle de artık daha çok Akçakoca’ya dışarıdan göç eden aileler oturuyormuş ve Akçakoca özellikle Doğu Karadeniz’den çok göç alıyormuş. Bir de Ankara’nın yazlık mekanı olduğu için yaz mevsiminde bol miktarda Ankaralıya Akçakoca’da rastlamak mümkün.

Safranbolu ve Beypazarı kadar hızlı olmasa da Yukarı Mahalle’de de restorasyon çalışmaları başlamış. Tipik, yöreye özgü evlerin birkaçında birden onarım ya da yeniden yapılanma çalışmaları görmek mümkün.

Turistik bir yer olmasına rağmen Yukarı Mahalle turizmin getirdiği insan dönüşümlerinin pek rastlanmadığı  bir yer olarak kalmış. Çünkü denizden, otellerden ve işletmelerden uzakta, Akçakoca’ya hakim bir tepenin üzerinde konuşlanmış bir mahalle olarak sessiz kendi halinde yaşantısını devam ettiriyor.

Ankaralıları görmeye bir hayli alışmışlar ama bu kadar kalabalığını ve bu kadar çok fotoğraf makinesi taşıyanları değil sanırım. Neredeyse hemen her evin çok güzel bir bahçesi var ve bahçelerde genellikle ihtiyaca özgü meyve/sebzeler yetiştiriliyor. Bir de mutlaka çiçek… Çeşit çeşit, renk renk çiçekleri hem bahçelerde hem de evlerin pencerelerinde görmeniz olası. Meyve sebze ve özellikle çiçek bolluğu açısından en güzel bahçelerden birinde ise yine bir Ankaralı çift ile karşılaşıyoruz, yazları Akçakoca’da geçiriyorlarmış. Hem sohbet edip hem fotoğraf çekiyoruz ve bir kez daha imrenip iç çekerek vedalaşıyoruz.

Sokak aralarında  S harfleri çizerek geziyoruz, Kevser, Nazmiye ve Fatma teyzelerle karşılaşıp sohbet ediyoruz. Akşam yemeği için hazırlık yapıyorlar ve bir taraftan da koyu bir sohbetteler. Yanlarına diz çöküp sohbetlerine dahil oluyoruz, isimler öğrenilip fotoğraflar çekiliyor ve gönderilmek üzere adresler alınıp sözler veriliyor.

Biraz daha ilerlediğimizdeyse aynı saç modasını uygulayan ve oyun oynayan Ümmühan, Gamze, Merve, Rümeysa ve Büşra ile karşılaşıyoruz. Alışkanlık olduğu üzere hangi oyunları oynadıklarını sorup bizimkileri anlatıyoruz. Yok yok, oyunlarımız arasında çok fark oluşmuş,  aynı oyunlardan bahsedebiliyorsanız kendinizi daha bir genç hissediyorsunuz, çocukluğa küçük kaçamaklar yapıyorsunuz ve hatta ortak oynuyorsunuz ya, benim için gezilerin en güzel anlarından biri de çocuklarla oynanan ortak oyunlar.

Sessizlikte, hem kendi başınıza kalabileceğiniz hem de komşularınızla yaşayabileceğiniz bir yer yukarı mahalle.

Yürüyerek ve fotoğraf çekerek şehir merkezine, oradan da balıkçı barınağına iniyoruz. Çocuklar iskeleden suya atlıyorlar ve iddialılar, denize para atarsanız çıkartırız diyorlar ve çıkartıyorlar da, Noel’de İstanbul’daki denizden haç çıkarma etkinliği geliyor aklınıza.

Günün yorgunluğu deniz kenarındaki bir restoranda giderilirken gün batımı bekleniyor, gün deniz üzerinden batıyor Akçakoca’da ve deniz üzerinden doğuyor, muhteşem bir görüntü. Gün batımı sırasında fotoğraf çekim çalışmaları devam ediyor. Küçük liman fotografik açıdan çok zengin gün batımı sırasında, çok farklı çalışmalar yapmak olası. Mide saatimizin de uyarısı ile gün batımından sonra akşam yemeğimizi yiyeceğimiz otele geçiyoruz ve  yemek sonrası kısa bir yürüyüş ile tekrar küçük limana geliyoruz, bu sefer tripodlarımızla donanmış durumdayız ve gece çekim uygulamaları, ışıkla boyama çalışmaları yapıp türlü teknikleri denerken herkes keyifli.

Erken başlayacak bir gün için otele dönüyoruz ve herkes kendisini yatağına bırakıyor.

Karadeniz’e kadar geleceğim bu mevsimde denize girmeden geri döneceğim… Mümkün değil, grup sorumluluğu da olunca tek fırsat gün doğumu… Gezide asistanlık yapan ve oda arkadaşım olan Doğuş Türkkan’da benim gibi düşünüyor, tek farkla, o sabaha kadar uyumamış bense 3 saat kadar uyumuşum. Gün doğarken Karadeniz sıcacık, adeta suyun dışında kalmaktansa içinde olmayı tercih ediyorsunuz ama zaman kısıtlı ve kahvaltı erken saatlerde.

Güzel bir kahvaltının ardından Melen Çayına doğru hareket ediyoruz, balıkçı teknelerinin bağlandığı çay ağzı tam bir köy hüviyetinde, bol kedisi olan bir mekan ve bir de model ineğimiz var… Ama hepsi bu, bir süre sonra tepeden vuran güneşin de etkisiyle grubun hafiften yorulup sıkılmaya başladığını hissediyoruz.  Balıkçı teknelerinden birindeki arızayı gidermeye çalışan balıkçılar teknemiz arızalı olmasaydı size bir gezinti yaptırırdık, köyümüz tanınsın diye gelen gruplara genelde küçük bir gezi turu yaptırıyoruz diyorlar ama bu arıza da bizim şanssızlığımız galiba...

Geziye heyecan katmanın tam zamanı, Sakarya nehrine doğru hareket ediyoruz, nehir kenarı çok daha şenlikli, bir tarafta karides ayıklayan gençler, zamana meydan okuyan koca çınarların altında dinlenen ya da ağ onaran balıkçılar, müşteri bekleyen ve nehre bitişik restoranlar ve şirin bir köy hayatı… Önce öğle yemeği için restoran seçimi ve balık ayırtma işi var, aç fotoğrafçının veriminin düşük olacağı bir gerçek. Güzel bir pazarlıkla doyurucu ve leziz bir balık şöleni çekmeniz mümkün burada. Öğleye kadar devam eden eğitim ve çekim çalışmalarından sonra  öğle yemeğinde büyük bir iştahla tüketiliyor barbun, ama kadir gecesi olduğu için içki servisi yapılmıyor restoranlarda.

Gerek Melen’den Sakarya Nehrine doğru giderken gerekse dönerken yolda küçük motorlu aletler görebilirsiniz ve yolda şöyle bir uyarı levhası “Dikkat! Pat pat çıkabilir”. Abartmıyorum, yöre koşullarında kolay ulaşım sağlansın diye Karadenizlinin güzel bir girişimcilik örneği pat pat motorları. Pancar motorlarının arkasına küçük bir römork ekleyin, motorunuzu bir güzel boyayın işte size “pat pat”. Düşük hız koşullarında ama yörenin engebeli arazisinde işinizi görecek bir ulaşım aracı ve onlar, her yerdeler…

Sakarya’dan ayrılış ve dönüş yolculuğundan önceki son çekim alanımıza gitme zamanı, Akçakoca Kalesi… Akçakoca Kalesi şehrin Cenevizlilerin elinde olduğu dönemde yapılmış çok eski bir tarihe sahip ama bilinen surlarla çevrili kale hüviyetini kaybetmiş, surlar ve üzerinde toplar bulabileceğiniz bir yer değil burası, şehirden çıkar çıkmaz Kale ye geçebiliyorsunuz ulaşım süreniz beş dakika bile tutmuyor. Kalenin artık temel özelliği Akçakoca sakinlerinin yaptığı mangal partileri, hemen altındaki kumsal ise Akçakocalıların en çok sevdiği kumsallardan biri, gizli bir koy adeta.

Misafir misafiri sevmezmiş, biz kalenin zirvesine çıktığımızda mangal yapan yerliler, turist grubu gelmiş diyerek yerlerinin daralmasından duydukları memnuniyetsizliği belirtirken bizler de mangal kokusu altındaki baygınlığımızı ifade ediyorduk. Biz hiç bozuntuya vermeden dilek kuyusunun etrafına yayıldık.

Dilek kuyusu kaleye çıkan birçok insanın bozukluklarını bıraktığı bir kuyu. Tam ortasında bir sütunun üzerindeki küçük çanağa bozuk paralarınızı atıyorsunuz ve eğer paranız çanağın içinde kalırsa dileğiniz kabul görüyor yaygın olan inanca göre. Evet, doğru tahmin ettiniz, tüm bozukluklarım orada kaldı. Gruptan sadece asistan arkadaşımız Mehmet Pınarevli çanağa isabet eden para atışının sahibi oldu, merak ettim acaba ne dilemişti ve şimdi ne durumda bu dileği…

O sırada kimsenin beklemediği bir güzel tesadüf gerçekleşti, güneş tam tepedeyken ve ağaçların arasından süzülüyorken yükselen mangal dumanları huzmesel ışıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Mangalcıların fotoğrafçılara karşı duygularında bir değişim olma da fotoğrafçılar mangalcıları sevmeye başladılar. Gruptaki koşuşturma görülmeye değerdi, nerede mangal dumanı, orada fotoğrafçılar… Bazı arkadaşlar ise ışık ve mangal dumanından oluşan görüntüleri çekmektense hemen aşağıdaki plajda yüzerek rahatlamayı tercih ettiler. Bolca çay keyfi yapıldı.

Gün batmadan yola çıkmak gerek dedik ve çekilen anı fotoğrafından sonra dönüş yoluna koyulduk. Malum  23:00 civarı Ankara’da olmak lazım, Cumhuriyetin Başkenti bu güzel şehirde belirli bir saatten sonra ulaşım bir hayli sorunlu oluyor.

Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Akçakoca hem Ankara’ya yakınlığı, hem çekim alanlarının çok dağınık olmaması nedeniyle yorucu olmayan bir parkur. Ama şehir dışındaki alanlarda çekim yapabilmek için bir araçla gidilmesini öneririm. Çok daha fazla görülecek yerleri olmasına rağmen sınırlı zaman diliminde de fotoğrafçıları mutlu edebilecek yerlere sahip bir şehir.

 

Fazlı Öztürk - [email protected]
 




Tasarım: Studio Martin