foto3.jpg
Biz Kimiz, Hakkımızda Fotoğraf, Fotoğrafçılık Dağcılık Doğa Yürüyüşleri, Trekking, Gezi Doğa, Çocuk ve Doğa, Ağaç Türleri, Böcekler ve Bitkiler Bisiklet, Parkurlar, Yazılar, Anılar Sponsorlar İletişim

Çocuğumla Doğadayız Çocuğumla Doğadayız

E-Posta:


   

Ana Sayfa > Trekking ve Gezi > Anılar



Suriye Gezisi

Yazı ve Fotoğraflar: Berrin Cerrahoğlu

01.JPG
02.JPG
03.JPG
04.JPG

05.JPG
07.JPG
08.JPG
09.JPG

10.JPG
11.JPG
12.JPG
13.JPG

14.JPG
15.jpg
16.jpg
17.JPG

2003

Bir Dünya vatandaşı olarak tüm ülkeleri merak ediyorum..Bir Türk vatandaşı olarak tüm komşumuz olan ülkeleri görmeyi, bir Hatay’lı olarak da kapı komşumuz olan Suriye’yi tanımayı hep istemişimdir..

 

Çocukluğumda babamın Suriye ve Beyrut’a ticaret yapmak amacıyla gittiğini, bize ilginç oyuncaklar getirdiğini hatırlıyorum. Lise sondayken ise, -o yıllarda şimdiki gibi sayısız televizyon kanalı yoktu, bölgemizde Kıbrıs Bayrak Radyosu’nu dinler, TRT’nin birkaç kanalı haricinde Suriye Televizyonu’nu izleyebilirdik- iktidarda olan Baas partisi ve Hafız Esed‘in (soyadı böyle yazılıyormuş) haberleriyle sıkça karşılaşmışımdır. İhtilal marşlarıysa hala kulaklarımda..

 

Sonraları fotoğrafa merak sardım ve AFSAD’a üye oldum. Cumhurbaşkanlığı’nca GAP Projesi’ni fotoğraflamak üzere görevlendirilen ekipte ben de vardım. Atatürk ve Birecik Barajlarının yapımı ile Güneydoğu Anadolu Bölgesinin ve yöre halkının değişimini belgelerken, Fırat Nehrinin sınır ötesine akıp giden sularını izlemiş, ancak fırsat bulup da o yöne doğru gidememiştim. Ortadoğu’da yıllardır süregelen toplumsal ve siyasal karışıklıklar, seyahat düşüncemi erteleten en önemli etkendi tabii..

 

Halep KalesiYıllar sonra, 2003’de -geziye çıkacağım gün İsrail’den Suriye’ye atılan bombaya rağmen- cesaretimi topladım ve Antakya’dan Suriye’ye 6 günlük bir tur düzenleyen Titus Turizm Şirketi aracılığı ile ilk Suriye gezimi gerçekleştirdim. Uyumlu bir gruptu... Üç gün Beyrut’ta dolaştık, ardından Halep’i, Şam’ı gördük. Çarşılarında doyasıya gezdik, beş yıldızlı otellerde konakladık. Ünlü “Aziziye Mahallesi”nde alışveriş yapmaktan tutun, eski Halep evinden çevrilme lüks bir lokantada yöresel yemeklerle tanışmaya kadar, oldukça ilginç bir gezi programı yaşadık. Hatta, zaman zaman gruptan ayrı kısa turlarım da olmuştu. Halep’deki Baron Otel benim çok görmek istediğim bir yerdi. 1911 yılında yapılan ve dönemin en gözde konaklama mekanı olan Otelde, Kemal Atatürk, Kral Faysal, “İngiliz” Lawrence, Agatha Christie ve Yuri Gagarin gibi onlarca ünlü, konuk olmuştu.

 

Antakya

1960 yılında, ben bir yaşındayken annem ve babamla Halep’e gelmişim ve Baron Otel’de kalmışız. Üstelik, Atatürk’ün yattığı odada. 43 yıl sonra aynı odayı görmek, Otelin koridorlarında dolaşmak, gezimin en ilginç anılarındandı.

 
 

 

 

Ama yine de, ilk Suriye gezim çok eksik kalmıştı. Ne Palmira’ya gidebilmiş ne Hama’nın su değirmenlerini görebilmiştim.. Fırat’ la Dicle’nin GAP bölgesinden çıktıktan sonra geçtiği güzergah da, sınırın iki yanındaki Guneydoğu Anadolu ve Suriye halklarının ne kadar benzeştikleri de merak konusu olarak kalmıştı benim için.. Dolayısıyla, bir Suriye Gezisi daha yapmak, yakın gelecekteki en önemli planlarımın arasındaydı.

 

Kültür Gezginleri Logo

 

2008

 

Operasyon Euphrates

 

Bu yılın Temmuz ayında Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri Grubu’ndan şöyle bir mail aldım:

 

” 11-20 Temmuz 2008 tarihleri arasında yapılacak özel, doğu Suriye, Irak hududuna kadar Fırat boyları ekspedisyonuna halen  gezgin ,"voyager"ler aranmaktadır. Ekonomik olacak bu turu katılmak isteyen kız-erkek başvuruları bekliyoruz. Unutmayın ki Kültür Gezginleri, 365 gün , -40, +50 C operasyona programlıdırlar.”
 

 

Doğu Suriye yani Orta Mezapotamya’da, Sümer, Asur Medeniyetlerinin, İpek Yolunun, Osmanlı’nın izini sürecektik…

 

Tereddütsüz başvurdum. Organizasyonu yapan Aykut ve Haluk Hocalarla tanıştım. Özel araçla, 5 kişi çıkılacakmış ve benzin, yeme-içme, otel vb. tüm masraflar bölüşülecekmiş. Uygundu, ancak “tek bayan ben olduğum için”, önce kabul etmediler.. Birkaç gün sonra başvurular çoğalınca gidilecek araba sayısını ikiye çıkartmaya karar vermişler, beni aradılar. İlk arabada 5, ikincisinde ise 4 kişi olmak üzere ekibi kurduklarını ve geziye katılabileceğimi söylediler. Çok sevindim. Aykut Hoca, böyle bir Suriye gezisinin ilk defa yapılacağını belirterek, “Neyle karşılaşacağımızı bilmiyorum, bir kere, kesinlikle çok sıcak olacak. Daha açık konuşmak gerekirse, ancak kafasında bir tahtası eksik olanlar Temmuz ayında böyle bir geziye çıkar” dedi. Tahtam eksik değildi ama zor koşullara dayanıklıydım. Böyle bir fırsat ele geçmezdi ve hemen hazırlıklara başladım. Vize işlemleri kolaylıkla halloldu. Bagaj sınırlıydı ve en küçük valizime fotoğraf makinam, filmler, birkaç parça giyecek ve özel eşyalarım ancak sığabildi. Kişi başı öngörülen bütçe ise, 400 dolar kadar bir paraydı...

 

 

 

11 Temmuz 2008 Cuma, yola çıkacağımız gündü. Öğlen saatlerinde Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nin bahçesinde ekiple tanışmaya gittim..

 

Araçların birinde Haluk Hoca ve 16 yaşındaki oğlu Ege, Aykut Hoca, Timur ve bize Antakya’dan katılacak olan Serkan, diğerinde ise Tıp Doktoru Emekli Asker Cemal bey, turizm rehberi Tuncay bey, Hüseyin ve ben olmak üzere yerlerimiz belirlenmişti. (Hüseyin ve Timur AFSAD’dan, ikisi de digital makinaları ile katılıyorlar geziye.. Benim makinamsa analog ve yanıma aldığım filmler de S/B) .

 

Saat 13:30 da yola çıktık. Planımız bu ilk geceyi Antakya’da geçirmek.. Haberleşmek için her iki arabada da birer telsiz var..

 

Saat 15:40 gibi Hasandağı’nın yanından geçip, Ulukışla’ya vardık. Burada Öküz Mehmet Paşa’nın yaptırdığı bir kervansarayın yanındaki “Çınaraltı Kahvesi”nde, tesise adını veren devasa bir çınarın altında Gazeteci Sunay Türker’le buluştuk. Ulukışla Çınaraltı Kahvesi

 

Kervansaraydaki onarım nedeniyle içini göremediysek de, sıcacık çaylarımızı yudumlarken Sunay bey, bize bölge hakkında bilgiler verdi. Ulukışla, Adana yöre halkının yayla olarak kullandığı bir kasaba... Medetsiz Dağı ve Hasan Dağı yakın olduğu için, doğa turizmi de gelişmiş bu bölgede.. Kervansarayı 1600’lü yıllarda yaptıran Öküz Mehmet Paşa’nın mezarı ise, Halep’de imiş. Gezerken, O’nun mezarının da nerede olduğunu öğrenmeye çalışacağız.

 

Faruk Nafız Çamlıbel ünlü “Han Duvarları” şiirini burada yazmış.. Anısına, bu handa “Şiir Günleri” yapıyorlar ve bir çok şairi davet ediyorlarmış..

 

Etkili olduğu kesin. Kasabada bir şiir sevgisi seziliyor. Çay ocağındaki panoda bile, yöre halkının yazdığı şiirler asılı. Bizim de, şair ruhumuz kabarıyor, Han Duvarları” şiirinden aklımızda kalan mısraları mırıldanıyoruz..

 

“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

 

Bir dakika araba yerinde durakladı.

 

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,

 

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...

 

Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,”

 

Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya”

 

İkinci mola yerimizde, Toroslarda, Şekerpınar’ından mataralarımıza doldurduğumuz buz gibi sular, bizi Antakya’ya ulaştırdı. Aykut Hoca Antakya Öğretmenevi’nden rezervasyon yaptırmış. Odalara yerleştik. Kısa bir soluklanmanın ardından Serkan’la buluştuk ve ertesi günün programını “Künefeciler Çarşısı”nda yediğimiz akşam yemeğinde gözden geçirdik...

 

 

 

12 Temmuz Cumartesi sabahı, Öğretmenevi’ndeki kahvaltımızın ardından -bizim arabanın sağ farı yanmıyordu- bir tamirciye gittik ve onu tamir ettirdik..

 

Reyhanlı Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan Suriye’ye giriş yapacağız. Ama önce, Antakya’da, Hac Dağı’nın eteklerinde, Hıristiyanlığın yayılma döneminden kalan bir kilise var, St. Pierre.. Ekipte daha önce görmeyenler için “uğrayalım da gösterelim” dedik. Ancak dağdan kayalar düşmüş, bakıma alınmış ve güvenlik nedeniyle bir süreliğine ziyarete kapanmış, vazgeçtik.

 

“Cilvegözü”, Türkiye’den çıkış kapımız. Suriye’ye gireceğimiz noktaya ise “Bab-ı Havva” yani “Esinti kapısı” diyorlar. Pasaport kontrolü, Yurtdışı Çıkış Harcı, Araba Sigorta Vergisi, şu-bu, kontroller tam dört saat sürdü. Kısa bir gezi programı için, fazlasıyla zaman kaybı...

 

Gümrükten çıkar çıkmaz ilk işimiz, gördüğümüz ilk benzinliğe uğramak oldu.. Türkiye gerçekten benzinin en pahalı olduğu ülke. Buradakinin üçte bir fiyatına, her iki aracın da depolarını kapak seviyesine kadar doldurduk.

 

Bu gece Halep’te konaklayacağız.. 62 km yolumuz var. Yol üzerinde gördüğümüz kale, sur vb. yerlerde dura-kalka Halep’e ulaştık. Aykut Hoca bizleri “voyager” yani “gezgin” olarak adlandırıyor. O bize voyager olmanın sırlarını bir öğretmen edasıyla öğretiyor, bizler de bilgileniyoruz.. Bu bilgilerden kuşkusuz en çok yararlanacak olan, Haluk Hoca'nın oğlu Ege.. Ege, gelecekte sırt çantalı, deneyimli bir “voyager”olmaya kararlı...

 

Bir voyager kalacağı şehre geldiğinde önce otelini ayarlar“ diye bağırıyor Aykut Hoca telsizden.. Haklı... Otel sadece bir “konaklama yeri” değil, aynı zamanda bir “işaret noktası”..

 

Biz de o yoğun, sinir bozucu Halep trafiğinde önce bir şehir turu atıyor, sonra da Bab-al Farash‘a gidip, kalabileceğimiz otellere bakıyoruz. Az para ile çok yer gezmek istediğimizden uluslararası gezginlerin konakladığı gibi, eski Halep evlerinden otele, pansiyona dönüştürülmüş yerler arasından bir seçim yapıyoruz.Madam'ın Oteli

 

Şehir turumuzda, Fransız, Japon, Alman, kadın-erkek, çiftli-tekli onlarca voyager görüyoruz.

 

Halep, geleneksel çarşıları, pazarları, kalesi, müzesi ve çok iyi korunmuş eski taş evleri ile 4 bin yıldır aralıksız var olan, dünyanın en eski yerleşim yeri. Bizim tarihimizden de fazlasıyla izler barındırıyor.

 

Abdulhamit dönemi eseri (19.yy) Saat Kulesi, Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı çeşmenin (16.yy) üzerine inşa edilmiş. Bugün bile Haleplilere hala doğru zamanı gösteriyor.

 

Ermenilere ait San Mari Kilisesi’nin ardından, Osmanlı mezarlarının olduğu bir camiye giriyoruz.. Sonra da, Al Maari Caddesi’nden, Bab al Faraj Caddesi’ne, oradan Bab-al Antakya Caddesi’ne geçerek Halep çarşılarına dalıyoruz. Burada herkes birbirini kaybediyor.. Sonra tekrar, tesadüfen buluyor.. Çarşının çıkışı, Halep Kalesi’nin olduğu meydana bakıyor.. ( Tarihi M.Ö. 3000'li yıllara uzanan Halep Kalesi'nde çeşitli Mezopotamya devletleri, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Arap hakimiyeti, Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu devirleri yaşanmış, burası Suriye'nin sürekli ticaret ve üretim merkezlerinden biri olmuş.

 

Halep Çarşıları

 

Burada birçok çay bahçesi ve birbirinden ilginç, rengarenk, sayısız dükkan var. Kendimizi gezmekten alıkoyamıyoruz. Aykut Hoca “Ne alacaksanız bu çarşılardan şimdi alın, bir daha dönüp buralardan alışveriş yapamazsınız” diyor..

 

Halep Çarşıları

 

Mescit, Zekeriya Peygamberin başının gömülü olduğu camii, çarşı, pazar gezimizden sonra Baron otel çevresinde voyager usulu Falafel ile akşam yemeğimizi yiyoruz.

 

 

 

13 Temmuz Pazar Halep’teki otelde bir gece daha kalacağız ancak, gün boyu yakın çevredeki tarihi yerleri gezeceğiz. National Museum önünde toplanıyoruz. Aykut Hoca’nın Halep’te tanıştığı bir rehber olan Yağmur Hanım’ı da bizi gezdirmesi için müzenin önünde bekliyoruz. Ancak, rahatsızlandığı için bizimle gelemiyor. Idleb ve Ebla’ya gideceğiz. Appamea, Basel Al Assad ve Dead Cities denilen, her biri aynı dönemlerde kurulup, sonra da kaderlerine terk edilmiş, içinde insanların yaşamadıgı ölü şehirler göreceğiz.

 

Ebla, Halep’in güneybatısına 55 km uzaklıkta Tell Mardikh yakınında, çok eski, uygarlık tarihinin en önemli merkezlerinden. Ebla

 

Bu bölgenin yazılı tarihi de bu dönemden başlıyormuş. Akdeniz ve Fırat Boyları arasındaki M.Ö 3 bin yıla dayalı Ebla Krallığının yerleşim yeri olan en önemli arkolojik bölgedeyiz. M.Ö 2400 yıllarında da Asurluların kültür merkezi olmuşlar. Şimdi kurak olan bu bölgenin o dönemde ormanla kaplı olduğu ve fillerin de yaşadığı, yapılan kazılarda ortaya çıkmış. Biz Ebla kazı alanını dolaştıktan sonra Müze görevlilerinin çadırında soluklanıyoruz. Ebla’da 1964’de İtalyanlar tarafından yapılan kazılarda çiviyazılı kil tabletler bulunmuş. Bu tabletlerin büyük çoğunluğu Sümer dili ile yazılmış. Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde de bu tabletlerden 70-80 adet bulunduğunu öğreniyoruz. Bu tabletler pişmeden hazırlanırmış ve ticari mal hakkında bilgi verirlermiş. Ebla “Beyaz Kaya” demek. Bu krallık adını Suriye’de kazılardan çıkan kireçtaşlı kayalardan alıyor.

 

Daha gezecek, görecek çok yer planladık. O nedenle yolumuza devam ediyoruz. İlk gördüğümüz bakkal ve manav dükkanlarından öğle yemeği için alışveriş ediyoruz. Buradan biraz daha batıya doğru gidip bizim Efes’e benzeyen geniş bir arazide yapılmış Roma şehri kalıntılarına, Apameé‘ye varıyoruz. Antik şehri gezmeden önce, onu doyasıya izleyebileceğimiz bir çardak büfénin altında, müze bekçileri ile öğlen yemeğimizi yiyoruz. Çok etkileyici bir yer. Dizi dizi sütunlar ilk gözümüze çarpan. Arabayla şöyle bir etrafını dolaşınca muhteşem bir kalıntı olduğunu anlıyoruz. Büyük İskender’in komutanı Seleucos Nikator İmparatorluğu döneminden kalma bir eser. Nicator’un karısı Apamea‘nın adı verilmiş. M.Ö 384 yılları civarında yapıldığı sanılıyor. Büyük bir bölümü toprağın altında daha ortaya çıkarılmamış. Bu sütunlu caddenin genişliği 37 m, uzunluğu ise kuzeyden güneye 1.850 m. Selecucid imparatorluğu Anadolu, Suriye, İran, Mezapotamya ve Hindistan’ın bir bölümünü içine almış ve M.S 60 yılında son bulmuş. Bu şehir civarında gördüğümüz en yüksek tepede, bir Haçlı kalesi olan Qal’at-al Mardikh hemen dikkatimizi çekiyor. Haçlı kalelerine Suriye’de bir çok yerde rastlıyoruz. 1094-1270 yılları arasında yapılan Haçlı seferleri sırasında Suriye’den geçerken bu kaleleri kullanmışlar. Madiq Kalesi’nin içi halen bir arap köyü. Yerleşim yeri olarak kullanılıyor ve tepeden Apamea çok güzel görünüyor. Daha sonra öğreniyoruz ki, civarda Osmanlılardan kalma bir kervansaray da var. Ma’arrat-an Nu’man. Bu kervansayda Apamea’dan çıkarılan çok şık mozaikler sergileniyor..

 

 

Öğleden sonra Hama’ya doğru devam ediyoruz. Hama, adı “hisar” anlamına gelen, Antakya gibi, Asi Nehri çevresine kurulmuş bir şehir. Su eskiden o kadar çok yüksekmiş ki Romalılar tarafından şehre dağıtımı sağlamak amacıyla büyük büyük su çarkları yapmışlar. Bir zamanlar düzinelerce olan, ancak şimdi tek tük kalan bu çarklar, bu su dağıtımını sembolik olarak gösteriyor ve biz dışardan gelenlere de oldukça eğlenceli geliyor. Nehrin kıyısını takip ederek, bir çay molası bile vermeden Al Azem Palace’a gidiyoruz. Al Nouri Camii 1743’de, I. Mehmet zamanında Hama valisinin yaşadığı saraymış. Muhteşem kaplamalar, bir iç havuz Suriyeli mimarlar tarafından özenle restore edilmiş. Burası, “Hama Popular Traditonal Museum” olarak geçiyor. Görevli bize her yeri gezdiriyor. Bir Osmanlı Paşasının mezarı da burdaymış, onu ziyaret ediyoruz. Aykut Hoca, “Buralara kadar gelmişiz ve bu Paşa’yı ziyaret etmişiz, bir de Mehter Marşı söyleyelim” diyor, içten duygularla, mehter marşını Paşa için okuyor..

 

 

 

“Gâfil ne bilir neş’ve-i pür-şevk-i vegâyı

 

Meydân-ı celâdetteki envar-ı sefâyı

 

Merdân-ı gazâ aşk ile tekbir tekbirler alınca

 

Titretti yine, rû-yı zemin arş-ı semâyı

 

Allah yolunda cenk edelim şân alalım şan

 

Kur’an’da vaadediyor Hazret’iYezdan.”

 

 

 

Akşam yemeğini Hama’da yiyoruz. Halep’e dönüş yapıp bir akşam once kaldığımız “Spring Flower Hotel”de ertesi günün bize ne sürprizler getireceğini düşünerek yatıyoruz..

 

 

 

14 temmuz 2008 Pazartesi Halep’te sabah kahvaltısını yapıyoruz. Bundan sonra Doğu’ya doğru yolculuk edeceğiz. Gece Ar Raqqa’da kalacağız. Al Thawra barajı yapılırken bir bölümü sular altında kalan Cabar Kalesi’ne gidiyoruz.

 

Cabar Kalesi

 

Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Süleyman Şah, Suriye Emiri Tutuş ile Halep yakınlarında savaşa tutuşmuş. Savaştan sonra da iki askeri ile Fırat Irmağını geçerken boğulmuş. Burası, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile Türkiye’ye verilmiş. Zaman içerisinde mezar, bölgeye kurulan Takwa Barajı nedeni ile, sular altında kalmaması için başka bir yere taşınmış. Bu yerde Türk Bayrağı çekili ve askerlerimiz nöbet tutmakta. Cumartesi günü Raqqa’nın kuzeyine yapacağımız yolculukta Süleyman Şah’ın mezarının da izini süreceğiz.

 

 

 

Cabar Kalesinin surları

 

Jabar Kalesi şimdi turkuaz renkli Al Assad Gölü’ne bakıyor. Burada, yemek molası verdik, mayolarını getirenler baraj gölünde serinlerken bizler de çay bahçesinde yine çardak altı keyfi yaptık.

 

Al Rasafeh’i bulmak öğlenden sonraki planımız.Fırat Nehri’nin geldiğimiz yakasına tekrar geçip 30 km güneye gitmemiz gerekiyor.

 

Burası hafiften çölleşmiş bir toprak. Issız ve sessiz uçsuz bucaksız çölün ortasında yine toprak renginde bir duvarla çevrelenmiş bu Asur şehrini görüyoruz. M.Ö. Üçüncü binyılın sonlarında yapılmış. MS. 630 yıllarında da müslüman araplar burada yaşamışlar. Caddeleri, sokakları, kilise, cami vb binalari ile koskocaman bir şehir kalıntısı bu. Duvarları 5 m yüksekliğinde..

 

AL RASAFEH

 

 

 

Arkeologların burada o kadar çok yapacak işi var ki, insanın içinden burada kalıp kazı çalışmalarına katkıda bulunmak geçiyor. Susuz ve sıcak bölgelerde kazılar, uzun yıllar çalışmak gerektiğinden çok uzun sürüyor.. Detayları ortaya çıkarıldığında, ne muhteşem bir görüntü oluşturacağını düşünüyorum.

 

Çölleşmeye meyilli toprağı görünce Fırat Nehri’nin bu ülke için ne kadar önemli olduğunu anlıyorsunuz. İşin ilginç tarafı Suriye’nin bu taraflarına hiç yağmur suyu düşmezmiş. Bu eserlerin 3 bin yıldan beri ayakta kalabilmesinin sırrı da burada yatıyor. Taşlar yağmurdan eriyebilecek türde.. Çok yağmur yağsaymış eserler de yağmur suyuna karışıp gidecekmiş.

 

Bunları konuşarak Raqqa’ya vardık. Hiçbirimiz daha önce buraya gelmediği için, bir “voyager”in yaptığını yapıyor ve elimizdeki kılavuz kitaplarda önerilen otelleri aramaya koyuluyoruz..

 

Al Karnak otel ve Al Syaha pansiyonu tercih ediyoruz. Pansiyonla otel arasında 300 Suriye parası fark var. (50 Suriye pound'u yaklaşık 1 Dolar sayılıyor.) “ 6 Dolar yani 8 YTL için değer mi” gibi laf edenler oluyorsa da ben, Suriye parası ile düşünüp Suriye parası olarak harcamaktan yana olduğumdan pahalı olduğunda ısrar ediyorum. Odalarımız belli olunca da yapacağımız şehir turunu yarın sabaha bırakıp bir şeyler atıştırıp yatıyoruz.

 

Cabar kalesi merdivenleri

 

15 Temmuz Salı Biz bütcemize daha uygun oldugu icin pansiyonu tercih etmistik. Otelde kalanlar gelip bizi alana kadar kahvaltı için dışarı çıkıyoruz. Poğaça ve sahlep ile kahvaltımızı edip sabah ışığında biraz fotoğraf çekiyoruz. Pansiyonda, diğer arkadaşlarla buluşup Raqqa şehir turu yapıyoruz. Ar-Raqqa müzesini gezerken müzenin önünde sabah ekmeklerini alan Raqqa’lılar caddenin ortasına ekmeklerini yaymış soğutuyorlar. Bu bizim müzedeki konuşmalardan daha çok ilgimizi çekiyor ve fotoğraflamaya dışarı çıkıyoruz.

 

Raqqa'da Ekmek saati

 

Rakka M.Ö 226 yıllarında Bizanslılar tarafından, “Kallinikos” adıyla kurulmuş. Persler ve Abbasilerin yaşadığı bu bölge, 639 yılında Müslümanlar tarafından alınmış ve adı da Rakka olarak değiştirilmiş. Halife Harun Reşit’in sarayı’nın kalıntılarını görüyoruz. Osmanlı döneminde sancak olan Rakka’ya Musul gibi şimdiki Irak sınırında olan iller de bağlı imiş ve Osmanlı Devletinin atadığı ve şimdiki Şanlıurfa’da bulunan bir Osmanli Valisi tarafından yönetilirmiş.

 

Bu surlardan ayakta kalan tek kalıntı, Bāb Baghdād (Bağdat Kapısı). Şehrin ortasında bu kalıntılar oldukları gibi muhafaza edilmiş. Alman arkeologlar burada halen kazı yapıyorlar ve bir çok eseri daha ortaya çıkaracakları kesin.

 

Suyumuzu, yiyeceğimizi tedarik edip Fırat nehri’nin aşağı tarafından keşif gezimize devam ediyoruz. Halabiyya ve Zalabiyya’yı bulacağız.Bu iki şehir Fırat Nehri’nin iki yakasına karşılıklı olarak kurulmuşlar, şimdi ne durumdalar, onu göreceğiz..

 

 

 

Halabiyya

 

 

 

Fırat kenarındaki bu Halabiyya ve karşısındaki tepede kurulu olan Zalabiyya ile dün gezdiğimiz Rasafeh’deki eserler Roma ve Bizans döneminin askeri mimarisiye, savunma amacıyla yapılmış. En yüksek tepesinden iç kısımlarına gezdiğimizde, o dönemlerin en büyük yerleşim yerleri olduğunu görüyoruz. Bu sessizlik ve sakinlikte gezerken kendimizi zaman tünelinden geçmiş gibi hissediyoruz. “Şimdi bir kervan gelecek, ortadaki meydanda çadırlarını kuracak ve her yer hareketlenecek”miş gibi geliyor insana.

 

Zalabiyya yakınlarında bir demiryolu inşaatı görüyoruz. Suriyeli askerler bize yol gösteriyorlar. Fırat Nehri üzerindeki köprülerin giriş ve çıkışı, herhangi bir tehlikeye karşı askerler tarafından korunuyor..

 

Zalabiyya

 

Yolumuza devam edip, akşama doğru ülkenin en büyük petrol şehri Deir-ez Zor’a varıyoruz. Grup yine, otelde ve pansiyonda kalanlar olarak ikiye bölünüyor.. Akşam, bizim pansiyonun yanında piliç çevirme yiyerek kendimize bir ziyafet çekiyoruz. Merak edenler için, fiyatı 200 Suriye Lirası (4 USD-6 YTL). Ardından Fırat kenarında bir kahvede köpüklü, yandan çarklı Hebbib Hell’li Suriye kahvesi içiyoruz.

 

 

 

16 Temmuz Çarşamba Sabah Deir-ez-Zor’da şehir turumuzu attık. Burası, gideceğimiz üç noktanın da merkezi olduğu için rotamızı tekrar gözden geçiriyoruz.. Palmira’mı, Irak sınırı tarafı yani Al Bukamal’mi yoksa kuzey sınır kapısı tarafı Al Hasakeh mi?

 

Sonunda Fırat’ın bir yakasından Irak sınırına giderek, öbür yakasından dönmeye ve durmaksızın Palmira’ya devam etmeye karar veriyoruz. Zira Palmira yolu resmen çöl ortasından geçiyor. Gece o yolu geçmek daha iyi olacak..

 

İlk durağımız Fırat kenarında Buqrus köyü. Asur ticaret kolonisinden kalma bir kalıntı geziyoruz. Artık harabe'ye dönmüş. Su ve gölgelik alan görüyor ve öğle yemeği molasını burada veriyoruz..

 

Buqrus

 

Güney’e doğru gittikçe insanların tavır ve davranışlarından, kürtlerin daha çok olduğunu fark ettik. Bedevi çadırları ile tarlada çalışmaya gelenlerin çadırları yollarda birbirine karışıyor.Fotoğraf çekmek istiyoruz,yanlarına gidiyoruz.Bizi çok sıcak karşılıyor ve hemen su getiriyorlar. Pişen yemeğe de ortak olmamızı ısrarla söylüyorlar.. Vaktimiz olmadığını belirterek, yanlarından ayrılıyoruz. Toprakta çalışan işçilerin çadırı

 

Haritaya bakınca yeri kolaydaymış gibi duruyor ancak, Al Mayaden’deki Rahbeh Kalesi’ni uzun aramalardan sonra buluyoruz. Araçlarımızla etrafında dolaşırken, “ Sıcaklık 45 derece, kaleye çıksak mı çıkmasak mı?” diye düşünüyoruz. Tam bu sırada, bir deve sürüsü ile karşılaştık. Deve sürüsüyle karşılaşmayı çok istemiştim, hemen araçtan fırlıyorum.. Muhteşem bir görüntü. Develer o kadar zayıflar ki, bu incelik, onlara inanılmaz bir zariflik veriyor. Uyumlu adımlarla, yavaş yavaş, salına salına yürüdükleri halde, daha doğru dürüst fotoğraflayamadan önümüzden geçip gidiyorlar. Peşlerinden koşturmak zorunda kaldık.. Sahipleri de en önde bir devenin üstüne binmiş mağrur ve mesut onları idare ediyordu. Böyle bir kervanda olmak isterdim.. Belki de böyle bir geziyi Nissan jeep yerine bu develerle konaklaya konaklaya yapmak çok daha güzel olacaktı. Fotoğraftaki, etrafı çölle çevrili Al Rahbeh kalesi 700-800 yılları arasında Abbasiler döneminde yapılmış, daha sonra Haçlılardan korunmak amacıyla Nur al Din tarafından yeniden inşa edilmiş. Memlukluler kullanmış.1260’lı yıllarda Moğollar tarafından tahrip edimiş.1978’den beri de Fransız-Suriye ortak kazı çalışması ile ayağa kaldırılmaya çalışılıyor..

 

Deve kervanı Rahbeh kalesi

 

 

 

Kale’ye çıkınca, güzel bir esinti bizi karşılıyor. Buradaki kuru sıcak, ancak gölgede ve yüksek yerlerdeki esinti ile dayanılır oluyor. Yerleşim yerlerinde de, saat 16:00’dan sonra ortalık serinlemeye başladığında herkes “siesta”larından uyanarak kapısının önüne çıkıyorlar.

 

Al Ashara’ya doğru yola devam ediyoruz. Doura Europos antik kentine gideceğiz. Biz Fırat kenarından yeşillik ve mavilik içinde yolculuk edeceğimizi sanırken bir çölde buluyoruz kendimizi..

 

Çöl

 

 

 

 

 

Tal Assalıhıyeh yakınlarında antik kent uzaktan görünüyor. Bir filmin içinde olsak, ancak bu kadar dekor gibi olabilir her şey. Çölün ortasında Doura Europos’un kapısı ve bir küçük kulübede bu eseri bekleyen bir bekçi. İster misiniz bir de bize soğuk bir su ikram etsin?.. Onu beklemeden dalıyoruz içeriye..

 

Doura Europos

 

Biraz yürüdükten sonra Fırat’ınn turkuvaz rengi görülüyor. M.Ö 300’de savunma amacıyla yapılmış bir kent burası. Duvarları, iç kale, Tiyatro, kilise, tapınak, sinagog, kemer ve sütunlarıyla Fırat kıyısında, Helenistik ve Roma uygarlıklarının izlerini taşıyor. Burada uzun bir süre kalsak da, şehri bir baştan bir başa gezmek zor oluyor.

 

Geziye çıkmadan önce, “ fazlasıyla Bedevi portresi çekerim” diye düşünmüştüm.. Ama bu yapıları birbiri ardına gördükçe portre çekmekten vazgeçtim. Kaç fotoğrafçının arşivinde Harun Reşit’in sarayının, ilk yazıyı bulan Sümerlerin yaşadığı bölgenin, Asur, Akkad, Babil, Hitit, Ebla Krallıklarının, Roma, Bizans, Haçlı Kalelerinin izlerini taşıyan fotoğraflar vardır acaba.. Sırada, Tal Hariri tarafında, M.Ö. Üçüncü binyıl döneminden kalma Sumer ve Akkad medeniyetlerinin yerleşim yeri olan eski Mezopotamya şehri Mari var. 1933 yılında Araplar tarafından keşfedilmiş, Fransızlar tarafından da ilk kazılar yapılmış. Aynı Elba’daki gibi, buradan da 25.000 adet çivi yazılı tablet çıkarılmış. Lapis heykeller, Louvre müzesine götürülmüş, orada segileniyormuş. Gözlemlediğim kadarıyla kazı çalışmaları, mevsim nedeniyle ara verilmiş olsa da, halen İtalyan arkeologlar tarafından devam ediyor.

 

Doura Europos kenarında Fırat

 

Yine araçlarımızla şehrin etrafını dolaşıp uygun bir yerden Mari’ye giriyoruz. Aynı zamanda Kral Zimn-i Lim’in 300 odalı sarayının kalıntıları imiş bu gezdiğimiz yerler.

 

Mari

 

 

 

Irak sınırına 20 km mesafedeyiz. Al Bukamal, Suriye’nin Irak ile sınır kapısı olan şehirlerinden biri. Fırat Nehri buradan Irak’a doğru yoluna devam ediyor. Biz Fırat’ı izlemeye devam edersek Bağdat’a gideceğiz. Tuncay beyi Bukamal’da bir kahvehaneye bırakıp, sınıra kadar burnumuzu sokuyoruz. Çoklu vize almış olsaydık, bir saat kadar Irak’ta dolaşma şansımız olacaktı. Sınırdaki görevlilere ” Başka zaman belki bir Irak Operasyonunda görüşmek üzere” diyerek, Tuncay bey’i bıraktığımız merkezdeki kahveye, oradan da -tabir-i caizse tam bir U dönüşü ile- Fırat’ın karşı kıyısından Deir-ez Zor’a doğru geri dönüyoruz. Önümüzde 150 km yolumuz var. Fırat’ın bu yakasında yerleşim yerlerinin nüfus yoğunluğunun daha fazla olmasına rağmen, yollar oldukça kötü. Her köyde, her kasabada durup biraz sohbet etmek istesek de, Palmira’ya gideceğimiz için “ tam gaz ileri” diyoruz. Ziban’da mola veriyoruz. Yiyecek içecek, yakıt takviye ediyoruz. Benzinliğin sahibi bize çay ikram ediyor. Aykut Hoca ona Palmira’da kalacağımız otelin telefon numarasını verip 3,3.2,1 kişilik oda ayırttırıyor. Benzin ucuz olsa da, 50 lt benzine 2000 Pound (40 USD-50 YTL) ödemek, bize fazla geliyor.. Her benzin istasyonunda, ek bir ödeme yapmadan, çeşmeli buzdolaplarından mataralarımızı soğuk suyla doldurabiliyoruz. Bunlar “ölmüşlerin ruhuna” verilen sebil sular. ” Su haktır” diyorlar, biz de “ Ruhları şad olsun” diyoruz..Deir-Ez Zor’da, Fırat’ın iki yakasını birleştiren köprülerin birinden kıpkırmızı günbatımını seyrederek geçiyoruz. Ve ver elini Palmira..

 

 

 

17 Temmuz Perşembe Gece Palmira’ya varıp hiçbir şeye itiraz etmeden odalarımıza çekiliyoruz. Sabah Otelciden bize kahvaltı hazırlamasını istedik. Palmira’ya girmeden önce Bir arap kalesi olan ibn Maan Kalesine (Qalat ibn Maan) gidiyoruz. Kalenin yakınına kadar arabalarımızla geldik. Burada Cemal bey’in hazırladığı bir sürpriz hepimizi neşelendiriyor. Barış Manço’nun “Estergon Kalesi” parçasını teypten sonuna kadar açmış bize dinletiyor.

 

 

 

Qalat ibn Maan/palmiraEstergon,Estergon

 

Yedi Krala saray olan Estergon

 

Biz seni Nemçel İllerine Allah emaneti edip verdik

 

Ve işte şimdi geri almaya geldik

  
 

Kaledeki Arap Askerler hiç bir şeyin farkında değiller.. Burada Anı fotoğrafları çektiriyoruz. Ben de Kaleden Palmira’nın görüntüsünü alıyorum. Bu enginliği fotoğrafa aktarmak ne mümkün..

 

palmira çölü

  

Otele kahvaltı için geri döndük.100 pound kahvaltıya ekstra ödüyoruz.. Palmira’ya güneş daha fazla tepeye yükselmeden gitmemiz gerek.

 

Palmira, Suriye çöllerini geçen kervanlar için yaşamsal öneme sahip bir yerleşim yeri. Bu nedenle de adına “Çölün Gelini” denmiş. Birinci yüzyılda Roma imparatorluğu’nun kontrolünde kalmış. Palmira’daki tapınağın geçmişi Romalıların gelmesinden 2000 yıl öncesine dayanmakta. Çok eski bir yerleşim yeriymiş ve 16.yüzyıldan sonra terk edilmiş. 3.yy’da kurulan Palmira İmparatorluğu Çöl Kraliçesi Zenobia tarafından Romalılara esir düşüne kadar yönetilmiş. Bizanslılar döneminde birkaç kilise inşa edilmiş, Halife Ebu Bekir döneminde de ilk Müslüman gruplar buraya yerleşmiş.Palmira

 

Genellikle çöl gibi görünen bu bölgede oldukça yüksek palmiye ve hurma ağaçları ile, su bulunmakta. Kolonlu cadde, hamam, tiyatro, mabetler, binalar, surlar ve Bel Tapınağı’nı dolaştıktan sonra ölülerin gömüldüğü çok katlı kulelerin içini de geziyoruz.

 

Hotel Zenobia‘nın önünde buluşup Palmira kent merkezinde “information” bürosuna usulen uğruyoruz. Kent merkezindeki Palmira Müzesi’ni gezmek isteyenler geziyor, biz karşısındaki çay bahçesinde soluklanıyoruz. Burada “change” burosu var. Daha birkaç gün Suriye’deyiz. Timur’dan 120 YTL karşılığında 100 Dolar alıp, 4500 Suriye Pound’una çeviriyorum.. Sırtım yere gelmez artık.

 

Palmira’yı gün doğumunda, gün batımında, sonbaharda, ilkbaharda görmek isterdim. Fotoğraf makinamla en azından bir hafta buraya konuşlanmak ne güzel olurdu.

 

 . Palmira

  

Öğlene doğru Palmira’dan ayrıldık. Şam’a yakın olduğu için tekrar gelme şanşım var. Yine Deir-Ez-Zor yoluna gireceğiz. Gece geçtiğimiz çölü bu kez gündüz, öğle sıcağında geçeceğiz. Biz dayanıyoruz da, ya arabalar?. Jeep su koyvermeğe başladı bile. Fazla yüklenmemek için klimayı kapattık, camları açtık.

 

Dönüş yolunda “Qasrl Hırl Sharqı” yani Abdul Malik’in sarayını arayacağız. Haritada kolay ulaşılacakmış gibi dursa da uzun aramalardan sonra karşımıza çıkıyor.Ne güzel bir şey bu böyle..

 

ABDUL MALİK'in Sarayo

 
 

8. yüzyılda ibn Abdul Malik tarafından inşa edilmiş ve etrafı kısmen köşeli, kısmen yuvarlak sutunlarla kaynaşan yüksek duvarlarla çevrilmiş. İki bölüm halinde yapılmış “Gharbi” ve ”Sharqi”. Buradaki kazılar sonucu elde edilen eserlerse Şam müzesine taşınmış.

 

SHARQİ

  

Bir saat kadar da burayı dolaştık ama çöl sıcağının bir saati ile klimalı odanın bir saati kesinlikle aynı değil. Sıcak iliklerimize kadar işlemiş bir şekilde arabalara biniyoruz..

 

Bu akşam Al Hasakeh muhafazatına (mıntıkasına) ulaşma ve orada konaklama düşüncesindeyiz…

 

 

 

 

18 Temmuz Cuma Hasankeyf’i görmedinizse de adını çok duymuşsunuzdur.Hasankeyf-Midyat-Mardin-Nusaybin’den doğru güneye gelirseniz Al Hasakeh de bu rotanın devamında karşınıza çıkar.. Sanırım bizim Süryaniler de bu yoldan geçip Mardin ve Midyat’a yerleşmişler. Hasakeh'de şehir turu yaparken gördüğümüz bu kilise, bir süryani kilisesi. Bu bölgede Arap, Kürt, Türk, Ermeni ve Asur soyundan gelme Asurian'lar da yaşıyor,Sami soyundan gelenler de var.

 

Al hasakeh Süryani kilisesi

 

Haritaya baktığınızda, birinde arkeolojik site işareti bulunan iki ayrı Tal Brak göreceksiniz. Eski ve yeni Tal Brak olarak ikiye ayrılmış. Eski Tal Brak'ta Agatha Cristine'nin kocasının kazılarını yaptığını bildiğimiz Naram Sin'in sarayı var. Mezepotamya uygarlıklarından Akkad Krallarından biri olarak, 37 yıl saltanat sürmüş. Sarayın kalıntısını bulmakta zorlanıyoruz ve arabamıza, o yöne giden bir köylü alıyoruz.. Saray kalıntısı denilen yer, bir höyükten ibaret. Ciddi bir kazı ile ortaya çıkarılmaya ihtiyacı var..

 

Buradan kuzeye, Nusaybin sınır kapısının karşısındaki Al Qamıshlı'ya geliyoruz. “Kamışlı” ili, Toros demiryolu çalışmaları sırasında Nusaybin'den ayrılarak kurulmuş. Sinan Çetin'in “Propaganda” filminin sınır çekimleri de burada yaplnmış. Bölgede cep telefonlarımız çekiyor ve Türkiye'deymiş gibi rahatlıkla konuşuyoruz. Sınıra yakın Türk köyleri de var. Yine Kamışlı sınırımızda büyük bir höyük var kazı yapılamamış. Türklerin kontrolü altında olan bu yerin mayınla döşeli olduğu sanılmakta. Riske girmiyor ve burayı, bir köylünün fıstık bahçesinden geçerek, ancak uzaktan görüyoruz.

 

Ziyaret edeceğimiz bir sınır yeri daha var, Al Malkiyeh yakınında Artuklulardan kalma 850 yıllık bir ortaçağ köprüsü, Ain Diwar.Yine Kamışlı sınırları içinde Türk-Irak-Suriye sınırının kesiştiği noktada, Dicle'nin kolu Tigris çayı yakınında.. Bu köprüyü görebilmek için güvenlik noktasından geçmemiz gerekiyor, pasaportlarımızı bırakıyoruz. Türk olduğumuzu söylediğimizde, bize dostça davranıyorlar. Karşıdan kuş bakışı Cizre, Mem-u-Zin'in mezarı, Nuh Peygamber'in yattığı caminin minaresi ve Dicle sınırındaki askeri garnizonumuz, açık ve net bir biçimde görünüyor.. Cizre'ye el sallıyoruz. Bu köprünün ertafını geziyoruz. 850 yıl sonunda ayakta kalmasının nedeni bazalt taştan yapılmış olması. Mermer motifleri ve süslemeleri uygur işçiliği hayran kalıyoruz.. Bunun altından bir Nehir aktığına inanmak zor. Şimdi bile bu kadar etkileyici olan bu kalıntılar, kimbilir yapıldığında ne kadar muhteşemdi.. Çevredeki karpuz tarlalarında çalışan kürt işçilerle tanışıp, birlikte öğlen yemeğimizi yiyor, fotoğraf çektiriyoruz.

 

En Diwar köprüsü

 

Tüm öğleden sonramız yine yolda geçecek gibi görünüyor. Burası aynı zamanda Suriye'nin zengin petrol yataklarının olduğu bölge. Sık sık atbaşlarına rastlıyoruz. Hepsi de çalışır durumda. Hey gidi Suriye hey, sınırı çizerken sana petrolden zengin bir alan düşerken, bana geçit vermeyen dağlar düşmüş. Şimdi yapmamız gereken hayıflanmak değil, depomuzu doldurup Al Raqqa şehrine varana kadar sabretmek. Haluk ve Aykut Hoca, “yol üstünde bir kaç arkeolojik yer daha var, onlara da uğrayacağız" diyorlar.. Başımız üstüne diyoruz. Teypten, Cemal Bey'in TRT marketten aldığı “Zeki Müren şarkıları” bize yol arkadaşlığı yapıyor.

 

 

 

Benzin İstasyonu

 

 

19 Temmuz Cumartesi Raqqa’da Al Karnak otelde konakladık Bu şehri biz çok sevmiştik. Harun Reşit'ten kalma eserleri bir kez de günün ilk ışıklarında dolaşıyoruz. Ekiptekiler "fotoğrafçılara fotoğraf alma şansı vermeli" diye düşünüyor. Bunlar, Raqqa'daki son karelerimiz.

 

Yine Takva Barajı ile oluşan Assad Baraj Gölü çevresinde bu sefer kuzeye doğru giderek Yusuf Kalesini arıyoruz. Bu kale, Diyarbakır'dan Şam'a giden yol üzerinde, Fırat Nehri kenarına Selahattin Eyyübi tarafından yapılmış. Çok yaklaştık bulunduğu yere ama bir türlü göremedik Sonradan öğrendik ki baraj gölü yapılırken sular altında kalmış.

 

Qala't Najim

 

Yolun devamında Qala't Najim, tüm ihtişamıyla yerinde duruyordu. Bu kale bir Haçlı Kalesi ve Arabistanlı Lawrence tarafından restore edilmiş. Önceki fotoğraflara bakınca kalenin eteklerindeki yerleşim yerleri baraj Gölü'nün altında kalmış.

 

Suriye tarafında da, Halfeti'de, Hasankeyf’te yaşanan sorunların aynısı yaşanmış görünüyor. 1973’de Tabka Barajı yapılırken, Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah (ölümü1086) ve iki askerinin türbesi Jabar Kalesinde iken, sular altında kalma tehlikesi baş gösterince, 2001 yılında, Suruç’a 30 km uzaklıkta bulunan Karakozak köyü yakınına taşınmış. Kaleden ayrılıp, civarda yaşayan halka sora sora nehrin karşısına geciyoruz. Türkiye’ye verilen ada gibi bölgeyi, ağaçların arasında dalgalanan Türk Bayrağını görünce fark ediyoruz. Askerlerimiz bizi karşılamakla kalmıyor, çay ikram ediyor ve türbeyi de gezdiriyorlar.. Aykut Hoca burada da Mehter Marşı söylüyor ve “rahat uyu Süleyman Şah” diyoruz.

 

Askerlerle vedalaşmadan önce garnizaonun içindeki Atatürk heykelinin önünde toplanıyor,hazırol duruşumuzu alıp Onuncu yıl marşını okuyoruz..

 

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.

Türk'üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz,Türk önde,Türk ileri!

 

Qala't Najim içiSüleyman şah'ın mezarı

 

 

 

20 Temmuz Pazar Halep'teyiz.Saat 10:00’a kadar herkese süre tanınıyor. Kimimiz alışverişe, kimimiz fotoğraf çekmeye gidiyor ve ülkemize dönüşe geçiyoruz..

 

halep çarşıları

 

Aykut Hoca gezimizin bir yerinde mutlaka “Bir voyager bir geçtiği yoldan bir kez daha geçmez” demiştir. Cilvegözü kapısından Suriye’ye girmiştik, Kilis sınır kapısından Türkiye’ye geçiyoruz.

 

Ve elbette, Kilis’in “katmerini” yemeden, Antep’in Tahmis Kahvehanesi’nde bir çay içmeden Ankara’ya dönmüyoruz..

 

Tahmis Kahvesi

 

Sonunda operasyonumuzu tamamladık. Yol haritamızı, kaldığımız otel ve pansiyonların adreslerini, yemek yediğimiz yerleri, her türlü bilgiyi sizlerle paylaşabiliriz. Gitmek isteyin yeter..

 

Siz Doğu Suriye’yi gezerken, biz belki batıdan Lattakia’ya, ya da Ugarit kıyı şeridinden Lübnan’a doğru gidiyor olabiliriz.

Berrin CERRAHOĞLU

[email protected]




Tasarım: Studio Martin