bcycle5.jpg
Biz Kimiz, Hakkımızda Fotoğraf, Fotoğrafçılık Dağcılık Doğa Yürüyüşleri, Trekking, Gezi Doğa, Çocuk ve Doğa, Ağaç Türleri, Böcekler ve Bitkiler Bisiklet, Parkurlar, Yazılar, Anılar Sponsorlar İletişim

Çocuğumla Doğadayız Çocuğumla Doğadayız

E-Posta:


   

Ana Sayfa > Bisiklet > Pedalla Anılar



Bir Keşif Macerası; Ovit Yedigöller'e Yolculuk

Yavuz Ergun - Doğa Bisikletçisi

ikizdere_turu_444_2_3_copy_copy_resize_.jpg

Uçsuz bucaksız ormanları, bitmez tükenmez bulutları ve yağmurlarıyla dolu bir Karadeniz öyküsü. Kimi zaman korku, kimi zaman çekingenlik, kimi zaman mutluluk; kimi zamansa hepsinin karışımıydı tüm yaşananlar. Biraz tutku, biraz macera ama en çok da “sadakat” içindi yapılan yolculuk. “İkizdere’ye Sadakat” için.


Her şey hazırdı artık takvimler 5 Eylül’ü gösterdiğinde. Hazırlıklar tamamlanmış, planlar yapılmıştı. Uzun bir yolculuğun ardından İyidere’de duran otobüsün camlarındaki damlalar, uyku sersemliğini bir an önce atmamız gerektiğini haber veriyordu. İnişimizle giderek şiddetlenen yağmur tatlı bir telaş yaratmıştı üzerimde. Sanki günlerce bu yağmur altında pedal basacakmışım gibi geliyordu.


Teknik destekçim ve aynı zamanda yol arkadaşım olan SDS Bisiklet’ten Ogün ile birlikte kısa zamanda toparlanmış ve yola koyulmuştuk. Bu arada Doğa Derneği’nden Ümit Öztürk arıyordu beni. Kendisi İyidere’ye çok yakın oturan Ümit, bir koşu gelmişti yanımıza. Oturup bir süre sohbet ettikten sonra planımızı netleştirdik. Ertesi güne yapacakları dağ horozu sayımına katılmaya karar verdik. Ancak bunun için ilk gün uzunca bir mesafe kat etmemiz gerekiyordu. Deniz seviyesinden yaklaşık 2200m. yükseklikte bulunan Sivrikaya Köyü’ne kadar ulaşmak zorundaydık. Bu sebeple ilk gün belki biraz yorulacaktık ama böylece planın önüne geçerek ertesi günlere daha fazla zaman bırakacaktık.


Karadeniz’e gidenler bilir. İç kesimler genelde yüksektir. Yaylalardaki köylerde yaşar insanlar. Her şey doğaldır insanları gibi. Fakat rakım düştükçe aynı şeyi göremez olursunuz. Ne doğanın doğallığı kalmıştır, ne de insanın…


İkizdere de böyle bir yer işte. Dere boyunca yapılan tahribatlar almış başını gitmiş. Her yerde bir kum ocağı var. Her köşe başında bir dozer bir kayayı derenin bir yerinden başka bir yerine götürüyor. Fakat sorsanız tüm bu yapılanların sonucunda derenin sonunun ne olacağından kimsenin haberi yok.


Sağımda oradan oraya taşları savrulan bir dere, solumdaysa tünel açımı için patlayan bombalarla dolu bir yolda ilerliyorum. Dedik ya burada rakım yüksek değil. O zaman insan eli değmeli mutlaka…


Solumda patlayan bombalar demiştim. Gerçekten patladığında ufak çaplı depremler yaratan bu bombalar tüneller açmak için patlatılıyordu. Birkaç sene içerisinde kurulması planlanan ve ülke elektrik ihtiyacının sadece binde üçünü karşılayacak olan İkizdere hidroelektrik santrali için açılıyordu tüneller.


Yolda ilerlerken santral ile ilgilenen mühendislerle de konuşma fırsatımız olmuştu. Söylediklerine göre santral yapıldıktan sonra dışarıda hiçbir görüntü olmayacaktı. Her şey yapılan bu tünellerde konuşlu olacak, sadece tünellerin giriş ve çıkışları görülecekti. Bunun yanında dereye de her daim ihtiyaç olan can suyu bırakılacaktı. Suyun debisinin azalması durumundaysa santralin elektrik üretimi durdurulacaktı. Mühendislerin söyledikleri kulağa hoş geliyordu başta. Ancak tüm bu yıkımlardan sonra dere tekrar eski, doğal haline kavuşabilecek miydi? Yapılan yıkımlar nedeniyle artık bölgede yaşamayan ve nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan kırmızı benekli alabalık tekrar geri gelecek miydi? Gelse de eskisi kadar çok olacak mıydı? Veya suyun debisi azaldığında yeterli can suyunun dereye bırakılması için santralin gerektiğinde kapatılacağını kim garanti ediyordu?  İşte bu soruların hiç biri tatmin edici cevabı vermiyordu…

 

2_resize_.jpg
panoramik_copy_resize_.jpg
yedig

Ne yağmuru, ne sisi, ne de rampaları koydu çay memleketinde çaysız kalmak kadar şu Karadeniz’de. Ramazan olması sebebiyle tüm kahveler kapalı. Açık olanlarda da çay yok elbette. Hal böyle olunca etrafımızdaki çay bitkilerinin arasında çantamızdan çıkarıp ocağımızda ısıttığımız sularda boyalarını akıtan sallama çayları içmek kalıyor bize de kısmette. Çare yok. Hiç çay içmemekten iyidir…



Kıvrımlı yollarında tırmandığımız uzun bir günün ardında Sivrikaya’da kamp atacağımız bölgeye varmıştık nihayet. Bölgedeki küçük bir dinlenme tesisine yanaşmıştık. Eh artık iftar vakti de gelmiş olunca ocakları tütmeye başlayan tesiste yenilen alabalıkların ardından önümde dolmasıyla birlikte boşalması uzun sürmeyen çay bardakları da gidip gelmeye başlamıştı. Suyundan mıdır yoksa demlenme şeklinden mi bilmem. Fakat ben Karadeniz’de içtiğim çayın tadını nedense başka memlekette alamadım. Sanırım alamayacağım da…



Karınlar doymuş, çaylar içilmiş, sohbetler edilmiş ve çadırlar kurulmuştu. Her şey güzel gidiyor sayılırdı. Tur arkadaşım Ogün’ün ufak bir rahatsızlığı dışında. Hafif bir halsizlik ve ateş baş göstermişti. Verdiğim aspirinle ertesi sabaha iyi bir şekilde uyanması umuduyla girmiştik tulumlara…



Yaklaşık 7 saatlik derin bir uykudan sonra yalancı bir çığırtkanlıkla bağırıyordu telefonumun alarmı. Çünkü bırakın sabah olmasını, daha hava bile aydınlanmamıştı. Saatler 04:00’ı gösterdiğinde sıcak tulumlarımızdan çıkıp hazırlanmaya başlamıştık bile. Hemen yola çıkmalı ve dağ horozunu gözlemek için bizi alacak ekip geldiğinde hazır olmalıydık. Hedefimiz hava aydınlanmadan Sivrikaya’daki yaylaya çıkıp kamuflajımızı atarak dağ horozlarını gözetlemekti.

 

3_resize_.jpg
4_resize_.jpg
5_resize_.jpg
6_resize_.jpg

7_resize_.jpg
8_resize_.jpg
ikizdere_turu_046_4_5_resize_.jpg
ikizdere_turu_052_resize_.jpg

Dünyada sadece Kafkasya’da bulunan ve Türkiye’deki nüfusunun neredeyse tamamının Doğu Karadeniz yaylalarında bulunduğu dağ horozu, binlerce yıldır bu dağlarda neslini sürdürür. Halk arasında ismine yaban tavuğu da denir. Kışın soğuk ve zor şartlarında dahi yaylalardan göç etmeyen, hayatta kalmanın sırrını çözmüş ender türlerden olan dağ horozunun nesli günümüzde artan insan faaliyetlerine yenik düşmek üzeredir. Çarpık yapılaşma ve yasadışı avcılık bu türün neslini şu an büyük oranda tehlike altına soktu.


 Sabah alacakaranlık saati ve gün doğumu arasında geçen kısa sürede görülmesi mümkün olan dağ horozlarının sayıları da az olunca görebilme ihtimali oldukça düşüyor. Öyle ki bölgenin yerlilerinden dahi bu türü görebilmiş insan sayısı fazla değil. Fakat şansımıza gittiğimiz mevsim dağ horozlarının üreme ve kuluçka mevsimi. Bu yüzden görülme ihtimalleri çok daha fazla.


Yola çıkmamızla aracın gelmesi de bir olmuştu. Hemen bisikletleri minibüse atıp az bir mesafe yukarda yaylaya çıktık. Yaylaya varıp araçtan indiğimizde kamuflajlarımızı üzerimize geçirmiş ve yollara düşmüştük bile. Daha tripodu açıp teleskopu takmamızla arkadaşlarımızdan biri bir dağ horozu görüp sabitliyor ve bizlere de gösteriyor. Hayatımda ilk defa gördüğüm ve gerçekten çok zor görülebilen bu kuşa uzaktan dahi bakmak çok heyecanlandırmıştı beni. Sonra planları yapıp devam ettik yolumuza. 2,3,4 derken toplamda 9 dağ horozu saymıştı ekip. Bir ara ben iki dağ horozuna o kadar yaklaşmıştım ki elimdeki 18-55mm objektifle dahi dağ horozlarını görüntülemeyi başarmıştım.


Araca döndüğümüzde hepimizin gözünde bir heyecan ve mutluluk vardı. Çok yorulmuş, ıslak çimlerin üzerine yatmaktan ve otlar arasında gezinmekten sırılsıklam olmuştuk. Fakat çektiklerimizin sonuna kadar değmesini sağlamıştı gördüklerimiz.


Hepimiz mutlu bir şekilde araca döndüğümüzde tur arkadaşım Ogün araçta üşümüş bir şekilde uyuyordu. Gece aldığı aspirin de pek fayda etmemiş gözüküyordu. Çektirdiğimiz anı fotoğrafından sonra geri dönmeyi reddetmiş ve benle beraber yavaş yavaş gelmeyi tercih etmişti. İlerde bir yerlerde mola verdiğimizde, beni yalnız bırakmamak için geri dönmemesine rağmen yükseğe çıktığımızda daha kötüye gideceğini düşünmeye başlamıştım. O yüzden teklifimde ısrar ettim. Sonunda kendisi de yeterli  gücünün kalmadığına ikna olup dönmeye karar verdi. Gideceği yol, tamamı yokuş aşağı olduğu ve dinlenme noktaları olduğu için eşlik etmeden ayrılma kararı aldık.


Malzemeleri toparlayıp değişimleri yaptıktan sonra ayrılık vakti gelmişti. Artık sadece iki kişi kalmıştık. Demir atım ve ben… Ogün’le vedalaşıp Ankara’da anılarımızı tazelemek üzere sözleştikten sonra tırmanışın geri kalan yarısı beni bekliyordu. Daha önümde epey uzun bir yol vardı.


Fakat birkaç dakika olmamıştı ki arkamdan kuvvetli bir bağırış duydum. Ogün bağırıyordu. O anda aklımda şimşek gibi çakmıştı büyük bir hata yaptığım. Elbette yalnız başıma devam etmek değildi bu hata. Tüpleri unutmuştum! Ogün biraz daha geç kalsa tamamen unutacağım tüpler bana epey pahalıya mal olacaktı. Çünkü onlar olmadan elimdeki iki kişinin tüm turu çıkartacağı kadar fazla olan bulgur hiçbir işe yaramazdı. Yani hem yemeksiz kalacak, hem de havanın kötü gitmesi durumunda yanımda bir ısıtıcı olmayacaktı. Kısacası yalnız başıma devam ettiğim turu da yarıda bırakıp göllere ulaşamadan veda edecektim zor bela tırmandığım yaylalara. Neyse ki önceden farkına varmıştık. Tüpleri de aldıktan sonra Ovit Dağı’na karşı sürdüm demir atımı.


Zirveye vardığımda artık yolun en yüksek noktasındaydım. 2640m. yükseklikte bulunan Ovit Geçidi elbetteki çıkacağım en yüksek nokta değildi. Buradan 2000m. ye kadar inecek ve ardından dağ yollarına vuracaktım kendimi.


Geçide vardığımda ufak bir sorun baş göstermişti. Ön lastiğim hızla basınç kaybediyordu. Belli ki kaçak yolcu girmişti içeri. Hemen bisikleti ters çevirip lastiği çıkardım. Tam çantamdaki yedek iç lastiklerden birini alıyordum ki aklıma gelmişti. Yanımda sadece 2 adet iç lastik vardı. Yama takımımın yapıştırıcısı ise tamamen kurumuştu. Ogün’den tüpleri almıştım fakat bu durumu tamamen unutmuştum. Sanırım turun en çok umutsuzluğa kapıldığım noktası burası olmuştu. Önümde daha uzun bir yol vardı. Muhtemelen dağ yolu olduğu için de epey bozuk bir yol olacaktı. Ve benim sadece bir defa daha lastik patlatma lüksüm vardı. Sonrasında yolda kalmak işten bile değildi. Dahası yola ilk defa tamamen haritasız çıkmıştım. Sponsorumdan gelmesini beklediğim gps gelmeyince hazırlıksız yakalanmış, harita edinecek zaman bulamamıştım. Bana yol gösterecek tek şey yollarının doğru olup olmadığı meçhul olan yarım yamalak hatırladığım uydu görüntüleriydi. Yani elimde topografik olarak hiçbir veri bulunmuyordu. Sadece yön duygularım ve hatırlamaya çalıştığım uydu görüntüleri ile belirliyordum gidonumu çevireceğim yönü.

 

ikizdere_turu_055_resize_.jpg
ikizdere_turu_060_58_59_resize_.jpg
ikizdere_turu_078_6_7_resize_.jpg
ikizdere_turu_109_resize_.jpg

ikizdere_turu_125_resize_.jpg
ikizdere_turu_180_resize_.jpg
ikizdere_turu_189_resize_.jpg
ikizdere_turu_191_resize_.jpg

İlk hedefim Moryayla Köyü idi. Buraya varırsam nasılsa oralarda yardımcı olarak birini bulurdum. Belki orada sıcak yemek de bulabilme imkanım olabilirdi. Fakat sapağı kaçırırsam kendimi turun bitiş noktası olan İspir’de de bulabilirdim. Nihayet bir köprüyü geçtikten sonra tahmin ettiğim sapağa gelmiştim. Sola doğru ayrılan toprak yolun olduğu yerde neyse ki bir tabela vardı. Hatta üzerinde Moryayla’da alabalık ve yemek tesislerinin olduğu da yazıyordu. İşte bu yazıyı gördükten sonra sona ermişti geçitte yaşadığım hayal kırıklığı ve endişe de.


Fakat bir süre sonra yol tahmin ettiğimden de dişli çıktı. Epey dik tırmanışlar vardı. Bu yüzden çok fazla zaman kaybetmiştim. Planın önüne geçip göller bölgesine bir gün önce varmak istiyordum. Ancak sanırım bu mümkün olmayacaktı.


Yol boyunca önüme iki sapak çıktı. Bir tanesinde uydu görüntüsünü gözümde canlandırdım. Yolun uzanım hattı aklımdaki görüntülere göre köye doğru ilerlemiyordu. Diğer yoldan devam ettim. Sonra önüme bir sapak daha çıktı. Sola doğru ayrılan yol hafif otlarla kaplanmıştı. Belli ki fazla kullanılmıyordu. Eğer bir yol bu kadar az kullanılıyorsa ilerisinde bir köyün olduğunu düşünmek doğru olmazdı. Veya alternatif bir yol var ve o yol kullanılıyor demekti. Ben birinci şıkkın doğru olacağını düşünerek devam ettim yoluma. Soğuk terler döküyordum. Her an kaybolabilirdim. Ve artık inişe geçmiştim. Yani geri dönmek için tüm indiğim yolu çıkmam gerekecekti. Bu yolu da güneş batmadan bitirmem imkansızdı. Ya o köyü bulacaktım, ya da geceyi neresi olduğu hakkında hiçbir fikrim olmadığı bu çorak arazide geçirecektim. Neyse ki korktuğum başıma gelmemişti. Az ilerde dağların arasındaki küçük bir vadide kurulmuş Moryayla Köyü görünmüştü yolların ardında.


Köye girdikten sonra gördüğüm ilk kişiye yapıştım hemen. “Amca buralarda iftar edecek yer var mıdır?” Masus iftar diye sormuştum başta ne olur ne olmaz diye.


_ Yok burada yiyecek satan yer yoktur
_ E hani sapağa alabalık tesisi felan diye yazmışsınız?
_ Yav sorma tabelasını koydular ama tesisi daha açamadılar!
Acı bir gülümsemenin belirdiğini hissediyordum yüzümde.
_ Peki bakkal da mı yok ekmek bulacak?


Cevap yine aynıydı. Büyük umutlarla geldiğim köyde aynı büyüklükte bir hüsrana uğramıştım. Ardından gelen bir amca nereden geldiğimi ve burada ne işim olduğunu sordu. Ben de sabırla cevapladım. “Gel bakalım arkamdan” dedi. Çaresiz düştüm peşine. Fazla bir yol almamıştık ki bir evin kapısından içeri girdi. “Gel bakalım bu gece misafirimsin” dedi.


_Sağol amca benim çadırım var, iftarı edip kalkarım.
_Olur mu öyle şey! Sen tanrı misafirisin, bu gece burada kalacaksın o kadar. Hayatta göndermem!


Son söz söylenmişti. Çare yok, geceyi orda geçirmem gerekecekti. Az sonra yemekler ve çay masaya doğru gelmeye başlamıştı bile. Ancak beni yemekte yalnız bırakmışlardı. Bu durum garibime gitmiş ve beni rahatsız etmişti. Karı koca birlikte kalan yaşlı amca ve teyzenin benden çekindiklerini düşündüm. Ancak sonradan öğrendiğime göre oralarda misafirin ev sahibi ile birlikte yemek yememesi misafire gösterilen saygının işaretiymiş. Ev sahipleri, misafirin kendileriyle birlikte yemek yemekten çekineceğini düşünerek onlara ayrı bir masa hazırlarlarmış.


Güzelce karnımı doyurup çayımı içince keyifli ve deliksiz bir uykuda buldum kendimi. Haliyle ertesi günün sabahına da mutlu bir şekilde uyanmıştım. Zaten buraların temiz havasını soluyan ve berrak suyunu içen insanın da güne kötü başlaması gibi bir ihtimal söz konusu olamazdı.


Sabah Mustafa amca erkenden evden ayrılmış, kahvaltımı ve çayımı Fatma Teyze hazır etmişti. Güzelce doyurdum karnımı. Çünkü biliyordum ki önümde zorlu bir yolculuk vardı. Şu anki yüksekliğim yaklaşık 2000m civarındaydı ve benim ulaşmam gereken nokta 3200m. yüksekliğindeydi. Daha evden çıkar çıkmaz bacaklarımı zorlayan eğimli yol da bu zorluğun ilk sinyallerini vermişti.


İşin kötüsü ön göbeğim problemliydi. Tekeri elimle çevirdiğimde neredeyse hemen duruyordu. Bu da normalden yaklaşık beş kat daha fazla enerji harcamamı gerektirecekti. Yüksekte olmanın yaratmış olduğu hızlı oksijen borçlanması, arkamdaki 30 kilodan fazla yük ve bahsetmiş olduğum problem ile birleşince kısa süre içinde derman bırakmamıştı bende. Bir süre sonra bisikleti elimle iteklemeye başlamıştım. Ancak bu çok daha zordu. Ağır bisiklet eğimli ve bozuk yolda ilerlemiyor, dengede durmuyordu. Bu yüzden birkaç metre ilerliyor, beş on dakika kesilen soluğumun yerine gelmesini bekliyordum.


Hedef hemen ilerdeydi. Fazla uzakta görünmüyordu. Yüksek bir iki tepe vardı aşmam gereken. Ancak aşağıdan baktığımda çok yüksek görünmeyen tepeler, biraz yukarı çıktığımda aslında ne kadar dik ve zorlu olduklarını gösteriyorlardı bana.


Etrafımda birçok yırtıcı kuş dolanıyordu. Çoğu kaya kartalı ve şahindi. Özellikle uçmayı yeni öğrenmiş yavru kartallar dikkatimi çekiyordu. Objektifim yetersiz olduğun için onları istediğim gibi görüntüleyememek de ayrıca canımı sıkmıştı. Fakat en çok pişman olduğum şey yanıma bir dürbün almamış olmamdı. Yırtıcıların heyecan verici güzelliklerini daha yakından izlemek istiyordum.


Yollar bitmiyordu. Her dönemecin ardından yeni bir tane daha ve ardından bir tane daha çıkıyordu. Ve her geçen viraj çektiğim işkenceyi daha da artırıyordu. Ne kadar terlesem de, düşsem de aklımda tek bir hayal vardı. En tepeden o muhteşem gölleri izlemek…

 

ikizdere_turu_196_resize_.jpg
ikizdere_turu_205_2_3_4_resize_.jpg
ikizdere_turu_213_resize_.jpg
ikizdere_turu_224_resize_.jpg

ikizdere_turu_234_resize_.jpg
ikizdere_turu_265_4_resize_.jpg
ikizdere_turu_307_resize_.jpg
ikizdere_turu_320_resize.jpg

Bu hayalle itekliyordum bisikletimi. Kimi zaman biniyor, fakat bir süre sonra bisikletin önü şahlanınca tekrar bırakmak zorunda kalıyordum. Bu şekilde geçen tam 7 saatin ardından sonunda varmıştım Ovit Yedigöller’e. Evet tam yedi kilometreyi toplamda yedi saatte alabilmiştim.


Fakat zirveye vardığım anda çektiğim tüm sıkıntı son bulmuş, yorgunluk yerini büyük bir enerji patlamasına bırakmıştı. Artık zirvedeydim. Toplam 3200m yükseklikte en tepedeydim. Altımda bulunan yedi adet göl selam veriyordu bana. Sanki eski bir dostumu uzun zamandır göremediğim bir sevdiğimi görmüş gibi hissediyordum kendimi. Sarılmak geliyordu içimden onlara. “Heeey!” diye bağırdım. “Beni duyuyor musunuz? İşte buradayım! Zirvedeyim!”


Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Anlatılamayacak bir duyguydu çünkü bu. Kendimi bir kuş kadar özgür hissediyordum. Yaşamın anlamını çözmüş bir filozof kadar da bilge…


Yol zirveye kadar geliyordu. Buradan sonrasını yayan gitmek zorundaydım. Fotoğraf makinemi yanıma aldım. Diğer tüm eşyalarımı orada bırakıp aşağı inmeye başladım. Aşağı iniş oldukça tehlikeliydi. Neyse ki yanımda bisiklet ayakkabımın haricinde günlük bir ayakkabı da vardı. Yoksa metal tabanlı bisiklet ayakkabısıyla buradan aşağı inmek büyük risk olacaktı.
Göllerden ilkinin yanına geldiğimde karnımın aniden çok acıktığını hissettim. Fakat biraz gezmeden geri dönmek istemiyordum. Daha havanın kararmasına da epey zaman vardı çünkü. Biraz sabretmeye karar verdim.


Etraf yemyeşildi. Her yerde çiçekler açmıştı. Çevremse tamamen dağlarla çevriliydi. Kuzeyimde Kaçkar Dağları’nın güney yamaçları vardı. Biraz sağımda Kaçkar Zirvesi’ni çok rahat görebiliyordum. Burası aynı zamanda tam bir coğrafya dersanesiydi. Bulutlar Kaçkar Dağları’nın kuzey yamaçlarına kadar uzanabiliyordu. Çok az bir kısmı zirveyi aşarak güneye geçebiliyor, bunlar da kısa süre içerisinde yok oluyordu. Bu da Karadeniz’in iç kesimleri ve İç Anadolu bitki örtüsünün bozkır olmasının en büyük nedeniydi. 10 km. kuzeyde sağanak yağmur yağarken burada hava günlük güneşlik olabiliyordu. Ve ben bunu gözlerimle görebiliyordum.


Etrafta dolanırken bir ses duydum. Ufak bir ot kıpırdaması. Hemen durdum. Çünkü bu rüzgarın otları hareket ettirmesiyle oluşmuş bir ses değildi. Dikkatlice etrafıma baktım. Hemen yanımda sapsarı bir hayvan gördüm. Biraz yaklaştığımda anladım ki bu bir arap tavşanıydı. Görünüşü fare gibiydi. Biraz hareket ettiğindeyse tam bir kanguruyu andırıyordu. İki ayağıyla zıplayarak ilerliyor, epey de hızlı gidiyordu. Biraz peşinden gittim. Yavaşça yaklaşıp birkaç vesikalık poz aldım kendisinden. Kısa bir süre sonra kim bilir daha bölgede kaç yüz tane daha olan ufak deliklerden birinin içine giriverdi. Normalde geceleyin görülebilen bu hayvanı görmüş ve görüntülemiş olmam da ayrı bir şanstı.


Göle ineli iki saat olmuştu ve artık açlıktan ölüyordum. Bir an önce yukarı çıkmalı ve bir şeyler atıştırmalıydım. Dahası suyum da yoktu. Geldiğim yoldan tekrar birkaç kilometre aşağı inip su almam gerekiyordu. Giderken şans eseri gölün kenarında büyükçe bir bidon buldum. İçi temiz görünüyordu. Onu da yanıma alıp yukarıya, bisikletimi bıraktığım yere doğru çıktım. Sonrasında tekrar aşağı, en yakın su akan yere doğru yürümeye başladım. Birkaç kilometre ilerden suyu doldurduktan sonra bidonu sırtlanıp tekrar kamp yerine doğru tırmanışa geçtim. Tam yolu yarılamıştım ki aşağıdan bir jipin geldiğini gördüm. Bu iyi bir haberdi. En azından yalnız olmaktan iyidir diye düşündüm. Jip son rampaya geldiğinde patinaj çekmeye başlamıştı. Aramda fazla mesafe olmayınca yanlarına gittim. Tahmin ettiğim gibi ekip İsrail’den geliyordu. Biraz sağ sol yaptırarak yardımcı oldum. Araç kurtulduktan sonra da yukarı taşımaları için suyumu verdim. Fakat az ilerde araç yine takılmıştı. Yukarıya vardığımdaysa araç benden az önce varmıştı. Hal böyle olunca jipin bile zor bela çıktığı bir yere çıkmanın zorlayıcılığını daha bir anlamış oldum. Bu bana epey moral oldu doğrusu.
İsraillilerle orada biraz sohbet ettik. Oldukça sıcak davranıyorlardı. Israrla reddetmeme rağmen birkaç gofret ve bir şişe de ayran verdiler. Daha direnmesem bir öğünlük yiyecek vereceklerdi neredeyse. Bir süre bölgede dolaştıktan sonra ayrıldılar. Yani yine yalnızlığımla baş başa kalmıştım.


Hemen ocağa giriştim. Bulgur paketini açtım. Açlıktan ölüyordum. Normalde yemekleri Ogün yapacaktı. Çünkü ben bu konuda tam bir kara cahildim. Ayrılmadan önce alelacele bana bulguru nasıl pişireceğimi anlatmıştı. “Çok basit, tencereye bir bardak bulgur koyuyorsan iki buçuk bardak su ilave edeceksin.” Bu sözü yazarken adım gibi hatırlasam da o sırada ne hikmetse tam tersi anlamıştım. Hal böyle olunca bulgur bir türlü pişmemiş, ek su ilave ettikçe de kabarmış ve tencereden taşmıştı.


Tatsız, tuzsuz, hafif kıtırdayan bulguru bir süre yemeye çalışsam da artık sonu belliydi. Az aşağıya tencereyi tamamen boşaltıp konservelerden birini açmak farz olmuştu artık. Evet, belki oldukça kısıtlı imkanlar içindeydim. Ancak özellikle şu kurak zamanlarda içme suyu ile bulaşıkları yıkayabilecek kadar da lüks bir hayatım vardı.


Karnımı doyurduktan sonra sıra keyif çayına gelmişti. Elbette Karadeniz’imin o güzelim demleme çaylarından değil, boyalı sallama çaylarla. Fakat altımdaki o muhteşem göller ve gün batımı manzarasına karşı içtiğim sallama çay, o an benim için dünyanın en güzel çayıydı belki de. Ve arkasından gelen dünyanın en tatlı uykusu takip etmişti onu.

 

ikizdere_turu_354_2_3_resize_.jpg
ikizdere_turu_395_3_4_1_resiz.jpg
ikizdere_turu_418_6_7_resiz_.jpg
ikizdere_turu_425_resize_.jpg

ikizdere_turu_431_29_30_resize_.jpg
ikizdere_turu_453_1_2_resize_.jpg
ikizdere_turu_466_4_5_resize_.jpg
ikizdere_turu_509_resize_.jpg

Sabah saat 5’e kurmuştum saatimi. Kahvaltı etmeden önce gün doğumunda birkaç fotoğraf almak istiyordum. Ancak kalktığımda hava kapatmıştı. Önümdeki dağlardan da gün doğumu belli olmadığı için yarım saat sonra tekrar uyanmak üzere yattım. Fakat bir şeyi unutmuştum. Çok önemli bir şey! Saati kurmamıştım. Kalktığımda saat 9 olmuş, gün çoktan doğmuş ve hava açmıştı.  


 Hemen eşyaları toparlayıp aşağı inmeliydim. Belki yağmur yağarsa diye çadırı toplamadım. Çünkü geldiğimde daha kahvaltı edecektim. Aşağısı gerçekten muhteşem gözüküyordu. Bulutlar yine hummalı bir mücadeleye girişmiş, Kaçkarlar’ın engin uzanımlarını aşmaya çalışmış ancak yenik düşmüşlerdi. Giderek çözülüyor ve kayboluyorlardı. Göllerin olduğu bölgeye sisin geçememesi benim büyük avantajımaydı. Sisin içinde panoramik çalışma yapmam olanaksız olduğu gibi kaybolmamı da beraberinde getirebilirdi. Tek başıma olduğumu da düşününce bu durum oldukça ürkütücüydü.


Çalışmalarımı kısmen de olsa akşam 4’e kadar sürdürmüştüm. İçimde yanıp tutuşan keşfetme ve fotoğraf çekme arzusu, kahvaltı bile edemediğim için hissettiğim açlık duygusunu bastırıyordu. Yukarı çıktığımda ilk işim konservelere sarılmak oldu. Son kalan konserveleri son ekmek parçası ile birlikte silip süpürdüm. Son defa ocağı yakıp suyu kaynattım. Akşam ayazı kendini göstermeye başlamıştı. Tüm o sert rüzgara rağmen son defa uçurumun kenarına oturdum. Elimdeki sıcak çayı göllere doğru kaldırıp “bir sonraki buluşmamızın şerefine” dedim. Metrelerce altımda bulunan göllerin oluşturduğu muhteşem manzara ve Kaçkarlar’ın esrarengiz yamaçlarına karşı içtiğim son yudumdan sonra hızlı bir şekilde toparlanarak dönüş yolunu tuttum.


Epey zaman kaybetmiştim. Hava kararmadan İspir’e varmam gerekiyordu. Fakat diğer taraftan yol çok yüksek eğimli, bozuk ve virajlıydı. Ne kadar hızlı olmaya çalışsam da bir yere kadardı. Çünkü bozuk olan bu yolda tedbirli de olmam gerekiyordu. Kötü bir kaza olması durumunda yardım edebilecek kimse olmadığı gibi telefonum da çekmiyordu.


Sert inişleri bitirdikten sonra Moryayla Köyü’ne tekrar ulaştım. Beni evlerinde misafir eden Fatma Teyze’yi gördüm. Tekrar kendisiyle helalleştikten sonra uzun bir iniş bekliyordu beni. Dağın yamaçlarından süzülerek hızla inişe geçtim. Yol yine toprak olmasına rağmen nispeten düzgündü. Aşırı virajlı da değildi. Bu sebeple biraz daha hız kazanmıştım.


Uzunca bir inişin ardından nihayet Çoruh Vadisi’ne ulaşmıştım. Biraz önce hükmedercesine tepeden baktığım dik kayalıkların altındaydım şimdi. Vakit kaybetmeden asfalt yoldan devam ettim İspir’e doğru. Yaklaşık 15km yolum vardı ve hava kararmak üzereydi. Tüm gücümle asıldım pedala. Bir yandan da arkamı sürekli kontrol ediyordum. Turun bitmesine az bir zaman kala dar ve tehlikeli olan bu yolda kötü bir sürprizle karşılaşmak istemiyordum çünkü. Kıvrılarak süzülen nehrin ters yönünde yapmış olduğum 40dk.lık yolculuğun ardından nihayet varmıştım İspir’e.


Her yer bomboştu. Sokaklarda tek bir insan  görmek imkansızdı. Terk edilmiş bir kasabayı andırıyordu adeta İspir. İftar vaktiydi çünkü. Yaklaşık yarım saat önce okunmuş olan akşam ezanından sonra belli ki kimsenin gözü sofrasından başka bir şeyi görmez olmuştu. Issız sokaklarında bir zafer edasıyla dolaştım İspir’de. Uzun ve yorucu bir yolculuğu tamamlamış olmanın verdiği o büyük keyifle…



Yavuz Ergun
Doğa Bisikletçisi
Pedal Sesi Bisiklet Topluluğu Koordinatörü

Bu gezinin yazı ve fotoğrafları Tekerlek İzi Online Bisiklet Dergisi 5. Sayısında yayınlanmıştır.

ikizdere_turu_515_resize_.jpg
ikizdere_turu_623_resize_.jpg
ikizdere_turu_629_resize_.jpg
ikizdere_turu_645_3_4_resize_.jpg

ikizdere_turu_656_resize_.jpg
ikizdere_turu_691_0_resize_.jpg
ikizdere_turu_770_resize_.jpg
ikizdere_turu_783_resize_.jpg




Tasarım: Studio Martin