foto14.jpg
Biz Kimiz, Hakkımızda Fotoğraf, Fotoğrafçılık Dağcılık Doğa Yürüyüşleri, Trekking, Gezi Doğa, Çocuk ve Doğa, Ağaç Türleri, Böcekler ve Bitkiler Bisiklet, Parkurlar, Yazılar, Anılar Sponsorlar İletişim

Çocuğumla Doğadayız Çocuğumla Doğadayız

E-Posta:


   

Ana Sayfa > Fotoğraf > Bir Fotoğrafçı



Necmettin KÜLAHÇI

Bir Fotoğrafçı

Fotoğraf tutkunu Necmettin Külahçı 20 yaşındayken, fotoğraf sanatının ülkemizdeki öncülerinden Şinasi Barutçu'dan MEB Öğretici Filmler Merkezi'nde aldığı eğitimle fotoğraf sanatına ilk adımını atmıştır.


Hocası Şinasi Barutçu gibi "çok gezen daha iyi görüntü yakalar" felsefesiyle ülkemizin her köşesine uğrayan Necmettin Külahçı fotoğrafçı olmasının ötesinde gerçek bir doğaseverdir.


Doğaya dost bir fotoğrafçı olarak aynı zamanda tanıtım fotoğrafçılığında da başarılı yaşamını sürdürmüştür.


Halen kendi fotoğraf Stüdyolarında Reklam ve Tanıtım Fotoğrafçısı olarak çalışmaya devam eden Külahçı'nın Anadolu'nun tanıtımı için Kültür ve Turizm Bakanlığı' arşivlerinde fotoğrafları bulunmaktadır.


Ticari amaçlı kataloglara ve broşürlere fotoğraf çeken sanatçının birçok kültürel, tanıtım kitaplarında fotoğraflarına yer verilmiştir.


Ülkemizdeki ilk amatör fotoğraf derneğinin kurucuları arasında yer alan Külahçı deneyimlerini aktardığı birçok fotoğraf sanatçısı yetiştirmiştir.


Fotoğrafta 50. yıl onur ödülüne sahip sanatçı 14 kişisel sergi, 200'ü aşkın dia gösterisi düzenlemiştir. Fotoğrafları ulusal ve uluslararası birçok yarışmada derece ve sergilemeler almıştır.


Külahçı bugün 76 yaşındadır ve (FSK) Fotoğraf Sanatı Kurumu ve (DASK) Doğa Araştırmaları, Sporları ve Kurtarma Derneği'nin kurucu üyesidir. DASK DOGAY Doğada Görüntü Avcılığı Yarışmasının bu günlere gelmesinde en büyük pay onundur.


Hâlâ Anadolu'yu en gidilmez köşelerine kadar genç fotoğraf severlerle dolaşmakta, deneyimlerini paylaşmaktadır.

Doğa Ve Fotoğraf'la Dolu Bir Yaşam
1948 yılında Elazığ'da Fotokar isimli atölyesi olan rahmetle andığım Emin Kızılkan'ın yanında işe başladım. Fotoğrafa olan merakım tutkum, bu mesleği seçeceğimin işaretiydi. Böylece fotoğraf seçeneğini çocukluk yıllarımda yakalamış oldum.


O tarihte, daha ilkokul öğrencisiyken tatil dönemlerinde aile büyüklerim tarafından önüme konulan seçenekler; terzilik, berberlik, demircilik meslekleriydi.

 

 


Buna mukabil ben fotoğrafçılığı seçtim. Bu seçim de rastlantı değildi. Fotoğrafa tutkundum.
Fotoğrafçı Emin Bey' in son derece titiz araştırmacı bir tutumu vardı. 1949 yılında, belki ülkemizde renkli fotoğrafın sadece konuşulduğu dönemde, Amerika'dan getirttiği "Ansiko" marka kağıt ile slayttan kızının fotoğraflarını basmayı başarmıştı. Yine o tarihlerde, 1 metreye 2 metre boyutunda baskısını yaptığı bir öğretmen grubunun fotoğrafı ile özellikle de Hazar gölünde çekmiş olduğu gün batımının 1 metreye 1,5 metrelik S/B baskısını hiç unutamıyorum.

 

 


Bu gelişmeler olurken Demokrat Partinin iktidara gelmesi ile zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar' ın Elazığ'ı ziyaretlerinde Emin Bey, Bayar'ın fotoğraflarını çekmiş ve bir albüm oluşturarak kendisine verdiğinde Celal Bayar, onu hayranlıkla izlemiş ve Emin Bey'e "sen neden buradasın senin gibi bir sanatçının yeri Ankara veya İstanbul olmalı" demiştir. Emin Bey Cumhurbaşkanı' nın bu teşvik edici sözlerinden sonra 1950 yılında Ankara'ya yerleşti.

 

 


1952 yılında ben de Ankara'ya geldim. Bir müddet Emin Bey' in yanında çalıştım. Ankara' da Şinasi Barutçu ile tanıştım. Şinasi Barutçu ile tanışmam benim için dönüm noktası oldu.

 


Barutçu, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı "Öğretici Filmler Merkezi' ni kurdu ve beni yanına aldı. Şinasi hocamla beraberliğimiz 7 yıl sürmüştür. Bu beraberlik benim meslek yaşantımın bir övünç kaynağıdır. Çok büyük usta Emin Bey, daha sonra ülkemizde fotoğrafın öncülerinden olan Şinasi Barutçu. Bu iki ustayı rahmetle, minnet ve şükranla anıyorum. 

 

 

Değerli hocam Şinasi Barutçu' dan bahsederken onun "doğa" ya olan tutkusunu biraz açmakta yarar görmekteyim.

 


1940'larda Anadolu'yu bisikletle dolaştığını ve ülkemizin doğasının, kültürünün çok farklı olduğunu, başka hiçbir ülkede bu doğal güzelliklerin bulunmadığını anlatırdı.

 


Tahsilinin bir bölümünü Almanya'da yapmış, bu sırada Almanya ve diğer Avrupa ülkelerini dolaşmıştı.

 

 

Şinasi Barutçu 1950 lerde Hakkari, Cilo / Sat dağlarına giden ilk fotoğrafçılardan birisidir. Onun Cilo'dan binlerce siyah beyaz negatifinin olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bunun yanı sıra Cilo dağlarında yağlı boya tabloları yapmıştı.

 


Ne acıdır ki; Ankara'da Saraçoğlu evlerinde otururken, o sene çok şiddetli yağan yağmurla evinin alt katının sel sularının basmasıyla bu tablolar ve siyah beyaz negatifler sel sularından harap olmuştur.

 


Burada "Foto Gen" in kurucuları olan dostlara şunu hatırlatmakta yarar görmekteyim. Hocamla beraberliğimiz 14 yılı geçmiştir. Bu beraberlik içerisinde onunla olan birçok hatıramız vardır. Bunları ilerde anlatmaya çalışacağım. Bilmedikleri yönleriyle hocam Şinasi Barutçu halen o taptaze sıcaklığı, esprileriyle bende yaşamaktadır. Onun adına düzenlenen Şinasi Barutçu kupası yarışmasında Foto Gen dostlarına beni de hatırladıkları için teşekkür ediyorum.

 


1952' den 1958' e kadar MEB Öğretici Filmler Merkezinde görev yaptıktan sonra 1958' de askere gittim. İki yıl askerlik döneminden sonra 1960'da FOTOBALİN adı altında kendi stüdyomu kurdum. Kurduğum stüdyomda Ankara'da hiçbir fotoğrafhanenin yapamadığı işleri yaptım. 15 X 20 , 25 X 30 metre boyutunda S/B fotoğraflar yaptım. Orman Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İş Bankası dahil birçok Bakanlıklarla çalıştım.

 

 

1966' da profesyonel olarak Ankara' da ilk renkli fotoğrafı ben yaptım. İstanbul Ordu evinin maketinin 50 x 60 ebatlı fotoğraflarını yaptım. Renkli baskıda bu boyutlar ilkti ve çok ilgi çekmişti. Bu baskılarımla çok takdir toplamıştım. Daha sonra ülkemizin ünlü mimarları ile çalıştım. Vedat Dalokay, ODTÜ' nün mimari Berhuz Çinici, Erdoğan Elmas, Fahri Yetman, Ragıp Buluç, Şevki Vanlı ve sonradan dünürüm olan rahmetle andığım Süha Gönendik. Saydıklarım bunlardan sadece birkaç tanesidir.

 


Vedat Dalokay ile çalışırken anımsadığım bir anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Pakistan'da İslamabad Camisi yapımında Vedat Dalokay' ı proje çalışması için davet etmişler. Bu proje yarışması için dünyadaki en iyi 15 mimar seçilmişti. Bunlardan biriside Vedat Dalokaydı. Vedat Bey proje çalışmasını bitirmiş maket çalışmasının fotoğrafını çektirmek üzere atölyeme gelmişti. Oldukça büyük bir maketti içine ışık koyarak çok güzel fotoğraflarını çektim. Kendisi yorgun ve uykusuzdu. "Sen git ben beğendiğim bu pozlardan yaparım sabah gelir alırsın" dedim. Ben 3-4 saat fotoğrafları 50 x 60 ebadında bastım saat 05' te gelip alacaktı. Eve gitmedim. Söylediği saatte de geldi. "Çok güzel olmuş" dedi. Maket fotoğraflarını proje fotoğraflarının içine koydu. Bana; "Ne yapıyorsun hadi bunları hava alanına beraber götürelim" dedi. Birlikte gittik.

 


Yolda giderken söz döndü dolaştı projesine geldi. "Nasıl buldun projemi ? " diye sordu. Çok iyi olduğunu ve derece alacağını söyledim. "Allah ağzından işitsin ama dünyanın sayılı mimarları katıldı bu proje yarışmasına, bilmem ki " dedi. Bense ısrarla "sen bu projeyle birincilik alacaksın" dedim. "Peki birinci olursam seni Pakistan'a götüreceğim" demişti. Maketi götürdük kargo uçağına verdik geri döndük. Aradan 2 ay geçmişti ki bir telefon. "Yahu galiba birinci olmuşum hemen geliyorum o maketin fotoğraflarından basalım".

 



O sırada işlerim çok kötü iş alamıyorum canım sıkkın mimarlar odasındaydım. Bir telefon geldi bürodan. "Abi orada mısın ? ", "evet" dedim. "Kocatepe Camisini bombaladılar... senden biliyorlar hemen buraya gel".Nasıl yani... her halde dalga geçiyorlar diyerek yola koyuldum. Bundan evvelki Kocatepe Camisinin projesini Vedat Dalokay kazanmıştı. Camii su başmanına kadar çıkmışken, bu aşamadaki yapıyı nasıl bombaladılar diye çok üzülerek koştum.

 

 


Neymiş ? Minareler füzeye benziyormuş. Savunma da bu idi. Kalktım apar topar koşarak büroya geldim. Zili çaldım çocuklar açtı kapıyı, gülüyorlar.

 


"Abi TRT dış haberlerde İslamabad Camisinin proje yarışmasında Vedat Dalokay senin fotoğraflarınla birinci oldu." oraya yığılıp kaldım. Çok sevinmiştim. Vedat bey, beni Pakistan' a götürmedi. Kendisine birkaç kez hatırlattım. "Götüreceğim seni" dese de işlerinin yoğunluğundan olsa gerek birlikte gidemedik. Sevgili Dalokay'ı rahmetle anıyorum.

 


Berhuz Çinici ODTÜ' nün mimarı. ODTÜ yapılırken ilk Mimarlık Fakültesi, Kapalı Spor Salonu diğer binaların her aşamasını fotoğraflarını çektim. Berhuz Bey sonradan bir kitap yaptı. Çıkarmış olduğu kitaptaki fotoğrafların yüzde 30 u benim çektiğim fotoğraflardı.

 

 


Mimari maket proje çekimi konularında Ankara' da aranan bir isimdim diyebilirim. Özellikle maket çekimi konularında çok iyi ve başarılı olduğumu söylerler.

 


1962 yılında Muzaffer Erolgez ile birlikte Munzur dağlarına gittik. Ovacıktan Kırkmerdivenler vadisinden girerek Munzur dağlarını, yaylalarını, göllerini görme fırsatım oldu.

 

 

 

Cilo Sat ve Dağ Anıları
1964' te Cilo (Sat) dağlarına gitme imkanım oldu. İsmet Ülker'in başkanlığında ben, Akşam Gazetesi muhabiri Erol Bey ve dört Hakkari' liyi alarak Cilo dağlarına gittik. Zap suyunu yarı belimize kadar soyunarak geçtik. O zaman köprü epeyce aşağıdaydı. Beyaz Su Vadisini sekiz saat yürüyerek Ciloların en yükseği olan Reşko'nun batısında Mergan yaylasında kampımızı kurduk. Dört gün yöreyi fotoğraflama imkanım oldu. O tarihlerde Kodak renkli filmde yanıma almıştım siyah beyaz ve renkli olarak çok sayıda fotoğraf çektim. Kampımızı Reşkonun batı buzulundan gelen oldukça coşkulu bir suyun yanında kurmuştuk. Suyun hemen doğusunda yaylacılar vardı. Yaylanın yöresel adı "zoma" ydı. Reşo ağanın zomasıymış. Hiç unutmam çadırları kurduktan sonra karşıdan bir sini üzerinde yoğurt, kaymak, tereyağı, peynir bir sürü yiyecek geldi. Reşo ağa göndermişti. Bizde bu nefis yemekleri yedikten sonra bisküvi, şeker ve çay gönderdik. Reşo ağayla daha sonra sohbet, muhabbet ettik. Hanımının ve çocuklarının fotoğraflarını çekme fırsatım oldu.

 

 


Kampın dördüncü günü Deli Cafer denilen bir patikadan Reşko'nun doğusuna geçtik. 6 saat yürüyerek bir düzlüğe çıktık. İsmet Ülker birkaç adım attıktan sonra gözlerini kapat bana doğru gel dedi. Bende gözlerim kapalı yürüdüm ellerimden tuttu. Birkaç adımdan sonra açtım gözlerimi olağanüstü bir doğa güzelliğiyle karşı karşıyaydım, büyülenmiştim. Aşağıda 4,5 km uzanan bir buz tabakası ile karşı karşıyaydım oturdum bu doyumsuz güzelliği yarım saat izledim daha sonra fotoğraf çektim bu olağanüstü doğa harikasını arkada bırakarak Serpil yaylasında kampımızı kurduk. Geniş bir zomaydı. 16 17 kıl çadır vardı. Yaylacılık yapıyorlardı, koyun ve keçiden oluşan sürüleri vardı kampta genellikle kadın ve çocuklar bulunuyordu. İsmet dostum, Hakkarilileri alarak zirve tırmanışa gitti bende muhabir Erol ve Hakkarili bir delikanlı ile beraber kıl çadırlarda çocukların fotoğraflarını çekmek için dışarı çıktık. Ankaralı doktor dostlardan yanıma aldığım yara merhemi, aspirin ve buna benzer ilaçları her ihtimale karşı yanımızda bulunduruyorduk. Çadırın önünde yirmiye yakın çocuk vardı. Kiminin elleri ayakları yarılmış, bir sürü yaralı bereli çocuk. Biz çocuklarla ilgilenirken kadın içi dolu bir sini hazırlattı. Yemekleri yedikten sonra çocukların bakımına başladık.

 

 


Bir kız çocuğunun gözü kapanmak üzereydi, kızın gözünü temizledikten sonra merhemi sürdük. Ve o ilacı kıza verdik. Bu seferde çadırın sahibi kadın "sırtım ağrıyor, bana da o kıza verdiğiniz ilaçtan verin" diye tutturdu. Kadına o ilacın kendisine yaramayacağını midesi sağlam ise aspirin vermeyi teklif ettimse de, Kadın inatla "kıza verdiğiniz ilaçtan isterim" dedi. Olacak gibi değil bende çıkardım verdim. İlacı bir kızın eline sıktırdı kıza "arkama geç dedi kız da aynen öyle yaptı omzundan başlayarak ilacı sırtına sürdü. Biraz sonra "Oh ağrılarım geçti" demez mi. Yine 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu devamlı bizi içerideki bölmeye çağırıyordu. Kız başının örtüsünü ağlayarak çıkardı. Kızın saçları o yaşta dökülmeye başlamıştı. Elimizde bulunan işe yarar ilaçlan verdim, yıkamasını ve sürekli bu iladan sürmesini söyledim. Daha birçok operasyondan sonra işleri bitirdik tam çıkarken 35-40 yaşlarında bir kadın bize bir şeyler söylemek istiyordu. Tercümana döndüm "Sor bakalım ne istiyormuş" . Kadın: "Çocuğumun olmaması için bana ilaç verebilir mi?" diye soruyormuş. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Çok ama çok üzülmüştüm. "Biz doktor değiliz" dedik kadına. "Iraktan veya Türkiye' den getirebiliyorsa doğum kontrol hapı var eşin söylesin getirsinler" dedik. Güzel bir kadındı. 5 çocuklu ve 35 yaşındaydı ama kadın 60 yaşında gibi duruyordu. Kadının gözlerindeki o bakışı hiç unutamam. Fotoğraflarını çektim ve o fotoğraflara LEJE KONT adını verdim. Kadının duruşu, bakışı tıpkı LEJE KONT gibiydi.

 

 


Serpil yaylasından ayrıldık. Uzun bir yolculuktan sonra Sat dağlarına geçtik. İnanılmaz güzellikler, buzul gölleri, akarsular, yaylalar, çiçekler... Terazin denilen bir gölün kıyısında kampımızı kurduk. Burada 2 gün kaldıktan sonra Baygeveruk gölüne gitmek üzere yola koyulduk. Saat 16.00 sularıydı. Geveruk gölüne gelmek üzereydik. 1 km aşağıda bir yayla gördük. Kalabalık bir yaylaydı. Yirmiye yakın kıl çadır vardı. Göle geldik Çadırları kurduk. Karanlıkta çökmek üzereydi çadırlarda birşeyler yemek için hazırlanırken dışarıdan bir gürültü duyduk ve irkildik. Çadırdan dışarı fırladığımızda göle taş yağdığını gördük. Bunu yapan bir ayı ailesiydi. Rehberimiz havaya ateş açtı. Ama ayılar hiç tınmadan taş atmaya devam ettiler. Burada kalamayacağımızı anladık ve çadırları katırlara yükleyip aşağıya doğru yürümeye başladık. Buraya gelirken aşağıda kıl çadırları görmüştük. Yolun yarısında yaşlıca bir adam elinde fener bize doğru yaklaştı. Selamlaştıktan sonra silah sesi duyduğunu söyledi. Göle giderken bizi görmüşlerdi. Neler olduğunu anlatınca adam birden gülmeye başladı. "Tabi" dedi. "Biz şimdi aşağıdayız 1 hafta sonra göle geçeceğiz ama şu anda oralar ayıların mekanı onlarda daha yukarılara gidecek. Siz 1 hafta önce geldiniz ayıları rahatsız ettiniz o yüzdendir tepkileri. Bizim ayılarla anlaşmamız böyle. Doğayı, tüm canlılarla paylaşıyoruz" diye açıklama yapmıştı. Yaşamımdaki en önemli anılarımdan biri olduğu için sizlerle paylaşmak istedim. 20 günde Yüksekova'dan çıktık. Cilo / Sat dağlarına ait hatıralarım bu kadar değil. Şu anda Cilo / Sat dağlarına ait o tarihlerden kalma bir sergi elimde mevcuttur.

 

 


1968' de Sıtkı Fırat oğlu Aykut Fırat ve yeğenim Korkmaz ile beraber tekrar Cilo Sat dağlarına gittik. Askerden dönüp kendi stüdyomu kurduktan sonra, Şinasi Hoca'da, İstanbul'a Tatbiki Güzel Sanatlar Bölümüne gitti. Ama ben hocamdan hiç kopmadım ayda bir defa da olsa yeni çektiğim fotoğrafları hocama götürürdüm. Hocam bu fotoğrafları inceler, "şunun bu hatası var" ya da "bu iyi, bu kötü" diyerek eleştirilerde bulunurdu.

 

 


1969'da Meydan Larousse ansiklopedisinin fotoğraflarını hazırlayan rahmetli Nurettin Erkılıç' tan birçok not aldım. Bu notlar hala durur bende. Bu notların birisi benim için çok önemli... Bingöl' de Zerduş dağında güneşin siyah doğmasıydı. Buna tanık olabilmek için tam dört kez gittim. Temmuzun ilk haftasında olan bir olaymış. Bu olay birde Himalayalar' da bir yerde daha görülürmüş. İki defa da Şinasi Barutçu hocamı götürdüm oraya. Gitmeden önce o bölgenin Orman İşletme Müdürlüğü yapan Ahmet Uzel' den bilgi aldık. Ayrıca Karlıova Savcısı rahmetli Müfit Bey'den de bu konu hakkında bilgi aldım. Onlarda güneşin siyah doğduğunu görmüşlerdi.  Rahmetli Müfit bana "oturduğum kahverengi koltuk gibi" olduğunu söylemişti. Şinasi Hocamla beraber Zerduş dağına gittik bir gün çadırda kaldık ve makinelerimizi hazırladık. Güneşin doğmasını bekliyoruz. Hocanın 16 mm Payerbolex sinema makinesi de vardı. Güneş doğdu ama siyah değildi. Çok üzüldük ama yapacak bir şey yoktu. Bulunduğunuz noktadan 30-40 km uzanan bir plato düşünün. Burada binlerce göl, karların erimesiyle oluşmuş. Bu gölcüklerden yansıyan bir hadise olsa gerek siyah güneş. Bingöl dağları da ismini buradan almış sanırım...

 

 


Akşam üstü Karlıova'dan jip gelip bizi alacaktı. Bu arada hocamı yüksek dağ hastalığı tuttu. Baş dönmesi mide bulantısı başladı hocamda. Hocamın koluna girerek yürümeye başladık. Yaklaşık 2 km ötede hayvancılık yapan bir aşiret vardı. Oradan bir at bulup Karlıova'ya gitmemiz lazımdı. Zor bir yolculuktan sonra yaylaya vardık. Karlıova'ya gitmek için köylülerden at istedim ama vermediler. Yalvarıp yakardım ama oralı olmadılar. Tekrar hocamın koluna girdim ve yürümeye devam ettik. 500 metre kadar yol aldıktan sonra ileride bir Kızılay çadırı ve 15-20 adet koyunu, birde eşeği olan bir adama rastladık. Hemen çadıra girdik ve ben hocamı köylünün yatağına yatırdım. Adama "Amca bizleri Karlıova'ya eşeğinle götürebilir misin? " diye söyledim, adam çok üzüldü ama yanında duran kız çocuğunu yalnız bırakamayacağını söyledi. Biraz sonra 12-13 yaşlarında ki o kız çocuğu babasına dönüp: "Ben yalnız kalırım baba sen amcaları götür" dedi. Kızın bu sözleri hepimizi çok duygulandırdı. Adam: "O zaman hemen yola çıkalım aksam olmadan dönmem lazım" dedi. Yola çıktık. Giderken adama; önceki kamptan bana neden yardımcı olmadıklarını sordum. "Onlar zengin sürü sahipleri onlar yardım etmezler. 15-20 koyunum ve birde kızım var geçinip gidiyoruz" dedi. Eşini bir yıl önce kaybettiğini söyledi. Üç saatte Karlıova'ya vardık. Hemen sağlık ocağına gittik. Genç bir doktor iğne yaptı ve çok iyi zamanlamada geldiğimizi, aksi halde hayati önemi olacağını söyledi. "Güneşin siyah doğusunu yakalamak için çadır kurup bekleyeceksiniz belki bir hafta içinde görülür bu hadise" diye ekledi.

 

 

 

 

Doğuya gittikçe uzanan yaylalar ve siluet halindeki dağlar yaklaşık 40 km uzanan bu yaylalarda karların erimesiyle oluşmuş binlerce gölcük görürsünüz. Sanki özel insan eliyle ekilmiş çim alanları, alabildiğine değişik çiçeklerle kaplıdır bu yerler. Sık sık rastladığım koyun sürüleri, çadırlar, insanlar ve sırtında keçesi olan ve kaval çalan çobanlar gördüm. Siyah güneşi yakalayamadım ama bunlar yeterli benim için. Tekrar gidilebilir bu bölgeye ama terör nedeniyle gidilemiyor.

 

 


Tarihi ve Doğal Güzellikleriyle Türkiye
Karsantı, Kozan'a bağlı bir belde. Kozandan Karsantı beldesine gelirken Çukurova' yı bırakıp Toroslara doğru yükselmeye başlıyorsunuz. Sağınızda ve solunuzda yükselen arazide yılların yağmur sularından aşınmış kayalar görürsünüz. Çok ilgimi çekmişti bu görüntüler. Karsantı' ya vardığınızda Toros dağlarının uzayan geniş bir panoramasını görürsünüz. Altta ülkemizin en kaliteli çam ormanları, hiçbir yerde görmediğim kalem gibi yükselen ve kerestelerin ünlü olduğu pos ormanları ( "Pos" sanırım "pus" tan almış ismini). Zaman zaman yoğun sisle kaplı Toroslar.

 

 


Yine bir seyahatimde Toros Orman İşletmesine bağlı yedi bölgeyi görme imkanım olmuştu. Sağ olsun ormancı dostlarıma bana öyle bir fırsatı verdikleri için. Mayıs, Haziran arasında çiçek, orman ve dağ görüntüleri doğa fotoğrafçıları için bulunmaz bir fırsattır.

 


Torosların Yedigöller bölgesinden batan sular aşağıda Çakıt köyüne bağlı bir kütleyi su deposu haline getirmiş. Granit bir kayanın göğsünden dökülen bir doğa harikası şelale bembeyaz akar. Ve bu görüntü karşısında büyülenirsiniz. Çakıt köyüne ait olan buralar, köylülerin ahşaptan evleri, meyve ağaçları, eski değirmenleri olan bu şirin köy, şirin olduğu kadarda bölge insanında sıcak samimi ve içten oluşu buraya ayrı bir özellik katmaktadır.

 

 


Hemen değirmenin önünden Barazama vadisinden gelen oldukça coşkulu akan bu suyu, Çakıt köyüne bağlayan köprüden geçip 150 metre yükselince yolun sonunda vadide üç şelale görürsünüz. 40 metreden kayaların göğsünü patlatarak dökülen bu şelale tabiat harikasıdır. Rahmetli Şinasi hocayı buraya getirdiğimde, oturdu, bir müddet sonrada "bu yoktu Amerika'da" diye anlatmaya başladı. Amerika'da ülkemizde olan her şeyin var olduğunu, yalnız ölçü olarak daha büyük olduklarını ve Niyagara' yı gördüğünü söyledi. Ancak böyle bir şelalenin sadece Amerika' da değil dünyada başka bir örneğinin olmadığını söyledi. Yine ayrı zaman ve ayrı bir günde Adana'dan milletvekili olan İsmet Vursavuş, Pos'ta Bölge şefiydi. Pos İşletmesine gittim. İsmet' le birlikte şelalelere gittik, fotoğraf çektik. İki gün kaldık. Makineleri ve Malzemeleri topladık. Pos işletmesinden jipin gelmesini bekliyoruz. Boynumda sadece bir makine ile dolaşıyordum. O sırada köylünün birisi yolun üstünde oturmuş bir şeye bakıyordu. Yaklaştım döndü ve bana "gel" dedi. "Şimdi bu dereden iki yılan çıkacak". Bekledim, hakikaten iki siyah yılan baş kısmı 1 karış açıkta diğer yerleri birbirlerine sarılı çıktılar. Gelip güneşli olan bir yerde durdular. Kafaları ile birbirlerine kur yaparak sevişiyorlardı. Donmuş kalmıştım. Hemen makineyle birkaç fotoğraf çektim. O sırada çocuklar geldi. "Yılan" diyerek taş atmaya başladılar. Bende çok kızdım nasihat ettim. Bu yılanların hiç kimseye zarar vermediğini, yılanlarında bu dünyada yerlerinin olduğunu anlattım. Köylü adam bana "Merak etme şimdi tekrar çıkarlar" dedi. Ben hemen koştum. 16 mm'lik Şinasi Hocanın sinema makinesi çıkardım bekledim. Biraz sonra çıktı yılanlar. Film çektim zoom yaptım yılanları kucağımda zannettim. Hemen zoomu geri aldım. Bu film ve fotolar bende mevcuttur.

 

 


Bu şelaleleri ilk ben keşfetmiş oluyorum. Bundan 35 yıl önce buraya gitmiştim. Sonradan Tempo Turizmin sahiplerini de götürdüm. Yahyalı' dan yol açıldı. Önceden yol olmadığı için orman içinden jiple bu bölgeye gelirdik.

 


Biraz da ülkemizin doğal değerleri ve potansiyelinden bahsetmek istiyorum. Ülkeyi 50 seneyi aşan gezilerimde görüntülemeye çalıştım. Ancak bu süre içinde bütün ülkeyi gezmeye kalkmanın da insan ömrünün yetmeyeceğini de belirtmek istiyorum. Şöyle bir bakarsanız doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine bir çok doğa harikasının var olduğu ve bu doğa harikalarının biz fotoğraf severler için çok büyük bir imkan olduğunu ifade etmek isterim. Çok önemli doğal ve kültürel değerleri olan Doğu Anadolu. Ben yaşım itibariyle bu yöreyi 1960'larda gezen gören şanslılardan biriyim. Pek çoğunuzun gördüğü Orta Toroslar, Doğu Karadeniz... Cilo Sat dağları, Bingöl yayla ve dağları, Ağrı, Doğu Beyazıt'ın büyük bir bölümü bu saydıklarımdandır. Çok derin vadileri, dorukları 4,5 km olan Reşko'nun doğu buzulu, Sat gölünün inanılmaz güzellikleri, görebildiğim ve beni son derece etkileyen yörelerdir.

 


Munzur dağları, Munzur gölleri, Ovacık, Tunceli vadileri, nehirleri, gölleri, Bingöl yaylasının o gizemli görünümleri. Rahmetle andığım Şinasi Hocamla beraber görüntüleyemediğimiz siyah güneş.

 


Botan nehri ve vadisi bir tarih kokan Hasankeyf bunlardan bazıları. Bir değerlendirme yaparsak yeraltı zenginlikleri, mağaralar ve buna bağlı su sistemleri bir rakam vermek gerekirse ülkemizde 40.000 mağaranın oluşumunu sizlere hatırlatmak isterim. Batı ve güney Torosları içine alan bölgede derin vadiler, kanyonlar, mağaralar ilgisini çeken fotoğrafçılar için büyük bir potansiyeldir. Doğayla yaşamak insanın doğasında olan bir tutkudur. Pek çok insan ilgi alanlarının sporlarını yapıp onunla ilgilenirken bazıları da mesleki açıdan araştırma yaparlar. Az sayıda insan ise sanatla ilgilidir.

 


Tanıdığım ve tanımadığım birçok insan bu sanat dalında, yani fotoğrafta kendilerini yaptıklarıyla kabul ettirmişlerdir. 1987'de Yücel Aşkın ile tanıştım. O da bu ülkeyi benim gibi sürekli gezen insanlardan biriydi. Yücel Hoca ile dostluğumuz gezilerimiz fotoğrafla olan ilişkilerimiz devam etmiştir. 1989'da Doğa Araştırma Sporları Derneğini 7 kişilik bir arkadaş grubuyla kurduk. Başkanlığını bir müddet Yücel Hoca yürüttü. Daha sonra ben ve Mehmet Şahin bu başkanlığı devraldık. 1992'de Yücel Hocanın başkanlığında Kıbrıs'a gittik. Kıbrıs'ı 200 km yürüyerek kat ettik. Karpaz'dan başlayarak Kıbrıs'ın sonuna kadar yürüdük. Bir de belgesel yaptık. Ben bu arada oradan helikopterle havadan çekimler yaptım. Karadan da yürüyerek Kıbrıs'ı fotoğrafladım. Çektiğim bu fotoğraflarla hem Kıbrıs'ta hem de Ankara' da bir sergi açtım.

 


1993 yılında köprülü kanyon gezisine katılarak 15 günde 37 km lik kanyonlardan geçerek Antalya'dan çıktık. Çok zordu. Bazen botlarla bazen sularla boğuştuk geçit vermeyen kayalıklardan geçerek bu yürüyüşü tamamladık. Bu kanyonların yüksekliği bazen 1000 metreyi buluyordu.

 


1994 yılında Dağcılık Federasyonu yönetim kurulundaydım. Fotoğraf Sanatı Kurumunun kurucu üyelerinden biriyim.

 

DASK
2000 yılında tanıdığım, doktorların çoğunlukta olduğu bir grupla birlikte DASK' ın faaliyetlerini hayata geçirmeye başladık. Giderek büyüyen bir dernek haline geldi. Şu anda 50 ye yakın doğasever DASK'ta görev yapmaktadır. DASK Anadolu Dağ Maratonu ve Doğada Görüntü Avcılığı Yarışmaları gün geçtikçe büyüyen organizasyonlar oldu... Ama sponsorluklarla ilgili olarak daha fazla çalışmaya ihtiyaç var. Bunların yapılmasıyla Dask'ın daha iyi yerlere gelmesini bekliyorum.

 


Her zaman yanımda olan bana büyük destek sağlayan kızım Funda'dan bahsedeceğim. Titizlikle çalışarak emeğini, mesaisini ve her şeyini veren Funda'nın, DOGAY'ın bugünlere gelmesinde en büyük katkısı olmuştur. Kendisini öpüyor ve kucaklıyorum.

 


Yaşamın bir parçası olan bu anlattıklarım benim fotoğrafa olan saygı ve sevgimin bir ifadesidir. Yaşamı algılama biçimim sabah uyandığımda doğa ve yaşamla ilgili her şeyi sevmek.

 


Genellikle kapalı bir hava "kötü" duygusunu yaratır insanda. Oldum olası buna kızmışımdır. Hava kapalı olduğunda ışığın doğanın durgunluğu, griliği, canlı olmayan renklerin uyumu, tüm renklere yansıyan mavilik her karede farklı duygular yaratır. Güneş doğanın tüm renklerini tam algılamamızı sağlar. Renklerin her tonunun ışığın karanlığın fotoğrafa verdiği duygu farklıdır. Fotoğrafın temel kuralları içerisinde uyum renk denge ve kompozisyon çok önemlidir. Çektiğimiz her fotoğraf bir düşüncenin bir duygunun ürü nüdür.

 


Fotoğrafa bir şeyler katmak sizin yaratıcı gücünüzü ortaya çıkaracaktır. Başarının temeli ortaya koyacağınız ürünle mümkündür.

 


Başarılı bir fotoğraf diğerlerinin de habercisidir. Doğa fotoğraflarıyla uğraşanlar, doğaya bir başka gözle bakarlar. Doğada her şey gözlem içerisindedir. Biz doğa fotoğrafçıları farklı bakarız doğaya... İnsan yaşamını doğadan soyutlayamam. Ağacı, kayası, çiçeği, böceği, dağları, çölleri, denizi, suyu ile birlikte doğanın bir parçasıyız. Fotoğrafta, anlık bütün zamanları yaşarız. Fotoğrafa bakmak ve görmek farklıdır. Bu doğayı nasıl hissettiğimize bağlıdır. 75 yasında olmam ve ayakta kalmam doğanın bana verdiği güçtür.
Sağlıklı bir yaşamın öyküsüdür bu anlattıklarım...

 

 

 

Necmettin KÜLAHÇI




Tasarım: Studio Martin